Sabır ile İlgili Çeşitli yazılar – örnek hikayeler

Sabır ile İlgili Çeşitli yazılar – örnek hikayeler

Ecrinim

Dört mevsim sabır

Çiçeksenbaharı bekleyeceksin sabırla…
Erken açmayacaksınkış soğukları vurur…
Baharın gelmesinden ümit kesiptoprağın karanlıklarına teslim
olmayacaksınçürüryokolursun…
SabırRabbin halikiyyetineibdasına güvenibir iç direnci koruyarak baharı
bekleme eylemidir.
Tohumsantoprağın bağrında saklanmaktır mukarrer bir vakte kadar
sabır…karanlığa boyun eğmemektir.Üstündeki yük altında
ezilmemektir.Misyonunu unutmamaktır…Zamanı geldiğinde cidarı
çatlatabilmektoprağın üstüne doğruışığa doğru tırmanabilmektir.
“Rabbimin dilediği bir gün varışığa çıkmak içinyaratılış misyonumu ifa
etmem için…”Bunu vird haline getirmektir sabır…
Güneşsenbekleyeceksin karanlığın koynunda doğum anını…Enerjin
yaratılış sırrında saklıdır…Aydınlığı ve karanlığı yaratana teslim olacaksın.
Baharsankışın soğuklarında saklayacaksın binbir renginiçiçeğini…
Kış geçecek ve geleceksin.Buzların içinde çıkacak kardelenler…
Toprak bir ana rahmi gibi saklayacak seni ve kara topraktan al-mor
menevşeler boy verecek…
Sabrınbinbir tomurcuk demekyapraklarınyeşilin çağlayanlar gibi hayata
koşması demek…Kışın buzulları içinde iraden
çürümeyecekçözülmeyecekebedi buzullaşmalara mahkum etmeyeceksin
dünyayı…
Bebeksenkaranlıkları aşacaksın dünyaya gelmek içinsabredeceksin 9 ay on
gündamarlarında Rabbin verdiği sabır akacak…
Mü’minsensabrı bir gönül dokusu olarak bileceksin.İmanın olmazsa olmaz
boyutu olarak görecekmü’minin her an ayakta kalabilme sırrıALLAH’a
itimadın yüreğe yansıması olarak telakki edeceksin…

alıntı


—>: Sabır ile İlgili Çeşitli yazılar

Ecrinim
DELİ HÜSEYİN
Molla Hüseyin’in hikâyesi çok meşhurdur. Hüseyin isminde bir delikanlı
evlenir. Düğününde Kur’an, ilâhi ve mevlidler okuyan, vaaz ve nasihatlerde
bulunan hoca efendilerin hâli pek hoşuna gider. Ve Hüseyin de o hocalar
gibi olmaya karar verir. İki üç aylık evli iken düşer gurbetin yollarına, ilim
öğrenmeye… Biraz da deli dolu birisidir Hüseyin. Hatta köyünde lakabı da
Deli Hüseyin’dir. Tam 21 sene köyüne hiç dönmeden ilim okur, hoca olur.
Sonunda köyüne gitmek üzere yola çıkar. Yolunun üzerindeki köylere
şehirlere uğraya uğraya köyüne doğru yol alır. Bir köyde misafir kaldığında
yaşlı güngörmüş bir ihtiyar, köy odasında ona bir sual sorar.
“Sana bir soru soracağım evladım, bakalım bilebilecek misin? Söyle bakalım
bana ilmin başı nedir?” der. Deli Hüseyin:
“Besmeledir.”
“Bilemedin.”
“Fatiha’dır.”
“Bilemedin.”
“Nasara Yensuru’dur.”
“Bilemedin.”
“Öyleyse sen söyle, nedir?”
“Yok öyle! o kadar ucuz olmaz. Söyleyemem. Eğer altı ay benim hizmetimde
çalışırsan, sana o zaman söylerim.”
“Kabul, çalışırım. Yeter ki, sen bana bunu öğret.”
Köyün güngörmüş ihtiyarı ile Deli Hüseyin arasında bu konuşma geçmiş. Ve
Deli Hüseyin, adamın hizmetinde altı ay kalmış. Müddet dolunca Deli
Hüseyin:
“Eee, amca! De bakalım bana artık, İlmin başı nedir?”
Köylü:
“Oğlum, ilmin başı SABIRDIR.”
Deli Hüseyin:
“Be adam! Sen beni bu bir kelime için mi bu kadar çalıştırdın. Ben de
bilmediğim bir şeyi öğreneceğim diye bekliyordum. Ben sabrı bilmiyor
muyum? İstersen sana sabır hakkında saatlerce vaaz edebilirim. Bana bu
yapılır mı, senin hiç insafın yok mu?”
Köylü:
“Kızma evladım. Sen sabrın ilmini bilebilirsin, saatlerce vaaz da edebilirsin.
Fakat sen sabretmesini bilmiyorsun. Sana bakar bakmaz anladım. Sabrı
bilmek ayrı, sabretmek ayrı şey. Sana burada ben sabretmesini öğrettim.
Altı ay bekleterek sabretmeyi öğrenmiş oldun. Var git şimdi, yolun açık
olsun. Acele karar verme. Sabret sonra karar ver.” demiş ve Deli Hüseyin’i
yolcu etmiş.
Deli Hüseyin yoluna devam eder. Köyüne akşamın alaca karanlığında varır.
Evine yaklaşınca bakar ki, bir delikanlı evine giriyor. İçine bir kurt düşer.
Acaba hanım bir başkası ile mi evlendi?… Acaba?… Acaba?… der durur.
“Vururum, billahi vururum, eğer hanımım beni aldattı ise.” diye
söylenirken ihtiyarın sözleri aklına gelir…
Ne demişti ihtiyar:
“Sen sabretmesini bilmiyorsun.”
Acele etme Hüseyin. Acele etme, sabret. Hem Resûlullah Efendimiz:
“Siz seferden döndüğünüz zaman ehlinizin yanına gece girmeyiniz, sabahı
bekleyiniz.” dememiş miydi? Hele sabah ola hayrola… der. Geceyi köy
odasında misafir olarak geçirir. Sabah namazını camide cemaatle kılar.
Odaya gelir. Köyün ihtiyarlarına:
“Bu köyde Deli Hüseyin diye birini tanıyor musunuz?” diye sorar. Köylüler:
“Tanımaz mıyız, elbette tanırız. Sabah namazında bize namazı kıldıran genç,
onun oğlu idi. O doğmadan babası ilim tahsiline gitti ve bir daha dönmedi.”
derler. Deli Hüseyin sabrın ve Peygamberimizin tavsiyesine uymanın
güzelliğini bir defa daha anlar ve ALLAH’a şükreder.
“Ya bir delilik yapsaydım da akşam evime giren adamı ve hanımımı
öldürseydim, hâlim ne olurdu?” diye düşünür. Ve sonra da köylülere
kendini tanıtarak evine gider.


—>: Sabır ile İlgili Çeşitli yazılar

Ecrinim
Bir genç kız, uyurken, bir kuş tarafından sarayın penceresine bırakılır.
Rüyasında ona, şehzadenin başında kırk gün, kırk gece bekleyeceği ve sonra
da muradına ereceği söylenir. Uyanır kırk gün kırk gece bekler. Son gece,
bir korsandan, sattığı bir cariyeyi, bie elmas vererek kurtarır. Birbirlreine
hikayelerini anlatırlar. Cariye, yalancı ve haindir. aslında korsan da ondan
kurtulmak istemiştir. Genç kız da hikayesini anlatır. “Kırk gecedir bu
saraydayım, bu günün akşama doğru şehzadenin uyanacağını umuyorum.
Sen biraz başında bekle de, ben kırk gündür hiç bir yanını göremediğim
sarayda biraz gezeyim” der. o gittikten kısa bir müddet sonra şehzade
uyanır. Şehzade, ağır bir hastalığa yakalandığını, ölmek istemediğini ve ona,
“Yalnız kırk gün kırk gece için öleceksin” dendiğini anlatır. Uykusunda,
kendisini kırk gün kırk gece bekleyen genç kızla evlenmeye söz vermiştir.
Şehzade “Ey rüyalarımın kızı, beni burada kırk gün kırk gece bekleyen sen
miydin?” diye sorunca, cariye “Seni ben bekledim” der. O esnada gelen gen
kızı cariyesi olarak tanıtır.
Sultan, muhteşem bir düğün yaparak cariye ile evlenir. Cariye genç kıza
sürekli eziyet etmektedir. Onu kırk katırla, kırk satırla cezalandırmak için
bahane aramakta, fakat bulamamaktadır. Genç kızı Zebellahi denilen bir
insan azmanı ile evlendirmeye çalışmaktadır.
Bir gün sultan gemi ile hacca gider. Genç kızdan ne hediye istediğini sorar.
Kız “Sabır taşı” der. Sultan, mercimek tanesi büyüklüğündeki sabır taşını
getirir.
Kız, bir gün başından geçenleri sabır taşına anlatmaya başlar. “Sen olsan
dayanabilir miydin” der. Sabır taşı, kız anlattıkça şişer, büyür, sonunda
çatlar.
Şehzade bütün olanları kapının anahtar deliğinden görür. Baştan beri
gözünün tutmadığı cariyeye mütkiş öfkelenir. Şehzade:
-Başka tek söz istemiyorum, der. Ya kırk katır, ya kırk satır!
Cariye yine yüzsüzlük yapar ve inciler, ipekler, atlaslar yüklü kırk katırla
ülkesine gönderilmek ister. Sultan, kırk katırın kuyruğunda parçalanma
emri verecektir ki, genç kız söz ister.
-Efendimiz! Sizden bir dileğim var!
-Dileğin, dileğim olsun!
-öldürmeyin sultanım! Ona kırk katır verin! Katırlar, ipek, sırma ve inci
yüklü olsun! her gittiği yerde “İşte sultan böyle olur desinler!


—>: Sabır ile İlgili Çeşitli yazılar

Ecrinim
Hz. İbrahim, misafir ağırlamayı çok severmiş. Evinde ağırladığı misafirleri
yatılı buyur eder, karınlarını doyurur bir güzel bakarmış anlayacağınız.
Yolculara iyi davranırmış. Evinde misafir olmadığı gün yemeğine
dokunmazmış. Bir ara 3 gün evinin önünden yolcu geçmemiş. O, ümitle,
gözlerini kısarak hep ufka doğru bakmış.
Nihayetinde bir gün deve üzerinde yaşlı bir adam görmüş ve onu evine
misafir etmiş. Yemeğe oturmuşlar. Hz. İbrahim, başlamadan önce
“Bismillah” demiş ama yaşlı adam bunu demeden yemeğe başlamış. Bunun
üzerine Hz. İbrahim,Neden besmeleyle başlamadın? Bize bu yiyecekleri
hediye eden rabbimiz hem Rahman, hem de Rahim değil mi? Sunduğu bu
rızkı yemeye başlamadan önce Onun ismini anmak doğru olmaz mı?” diye
sormuş. Yaşlı adam bunun üzerine “Benim dinimde böyle bir adet yok.”
demiş ve Hz. İbrahim sormuş “Hangi dindensin sen?”… Adam “Mecusiyim.”
deyince, Hz. İbrahim kızmış ve onu evinden kovmuş.
Ve bunun üzerine Cebrail (a.s.), ona bir mesaj getirmiş… Allah’ın, kendisine
inanmayan bu yaşlı adamı 70 yıldır
rızıklandırdığını ama kendisini, yani Hz. İbrahim’in ise bir öğün yemek bile
tahammül edemediğini bildirmiş. Bunun üzerine, Hz. İbrahim yaptığının
farkına varıp adamı tekrar evine misafir eder.
Bu da beyin hanımına karşı sabrı…

Şu anda Rus, Çin ve Afganistan hudutları içinde paylaşılmış bulunan ve bir
kısmı da İran toprakları içinde kalan eski Türkistan?da nice şehirler vardır
ki, her birinde birer İslâm büyüğü yetişmiş fazilet ve güzel ahlak timsali
zatlar yaşamıştır.
Rey?de doğup sonra Nişapur?a gelerek vaizlik göreviyle ömrünü
tamamlayan Nişapur vaizi Said bin İsmail de bu fazilet ve güzel ahlak
örneklerinden biridir.
Hicri 298?de Nişapur?da yaygınlaşan söz şuydu:
? Bağdad?ı Cüneyd, Şam?ı Abdullah bin Cela, Nişapur?u da Hiyereli vaiz
Said maneviyatlarıyla ihyâ etmiştir.
Bağdad?lı Cüneyd tasavvuf büyüğü idi. Ama sözünü etmek istediğimiz
Nişapur vaizi Said ise, tamamen bir halk adamı idi. Halk dilini ve tabirlerini
konuşur, tasavvufun yanlış anlaşılacak terimlerinden dikkatle kaçınırdı.
Nişapur vâizinin günümüz vaizlerinden farklı tarafı vardı. O, daima kendi
nefsini itham eder, bütün vaazlarında nefsiyle münakaşaya tutuşurdu.
Gariptir ki cemaatten kimseyi itham etmediği halde bütün cemaat de
kendine göre, onun sözlerinden hisse alır; hemen herkes kendi nefsine pay
çıkarırdı.
Va?zına şu cümlelerle başlardı:
? Tabib kendi hasta, gariptir ki hasta muayene ediyor. Tabibde takva yok.
Acaiptir ki, takvadan söz ediyor. Allah?ım, sen bizi afveyle!..
Şu anda İran hudutları içinde bulunan Nişapur?un bu ilmiyle amel eden
vaizi Said, başına gelen hadiselere nefsini o kadar razı etmiş, hayatın
cilvelerine kendini o kadar hazırlamıştı ki, karşılaştığı hiçbir hadise onda
yeis ve üzüntü meydan getirmemişti. Hatta bu yüzden derdi ki:
? Kırk senedir Rabb?imin beni üzen bir takdirde bulunduğunu bilmiyorum.
Acaba Nişapur vâizinin bu sözü gerçekten de üzüntü ve acı veren bir hayat
hadisesiyle karşılaşmadığından mı? Yoksa başına gelen her olayın
arkasındaki İlahi hikmet ve rahmetleri görerek sabredişinden, tahammül
gösterişinden midir?
Dilerseniz bu soruya cevap teşkil etmesi için onun bir evlenme hikayesini
nakledelim sizlere:
Nişapur vâizi ikinci defa evlenmişti. Birinci hanımı ile geçirdiği 15 yıllık
hayatını nasıl yaşadığını, ikinci hanımı Meryem?in bir suali üzerine
anlatmıştı.
Bir gün kendisine ikinci hanımı şöyle bir sual sorar:
? Efendi, ömrünüz içinde yaptığınız en makbul ibadetinizin hangisi
olduğunu düşünürsünüz?
Nişapur vaizi şu açıklamayı yapar:
? Bunu benim takdir etmeme imkan yoktur. Zira amelleri kabul eden
Allah?tır. Hangisinde tam ihlasa erdim, hangisinde riyâkarlık duydum,
kesin olarak bilemem. Ama buna rağmen hayatımın bir hadisesi, ümid
ederim ki, Rabb?imin en makbul saydığı amelimdir.
Bundan sonra şu ibretli olayı anlatır:
? Gençliğimde şöhretim her tarafı tutmuş, benimle evlenmek isteyen kızlar
bizzat kendileri başvurur hale gelmişlerdi. Bir gece yalnız kaldığım bir
sırada yine bir genç kız geldi. Geceleri uyku uyuyamadığını, kararsız ve
halsiz düştüğünü, benimle evlenmeyi murad ettiğini ısrarlı bir dille söyledi.
Kızın babasını bulup istettim ve nihayet evlendik. Meğer kızın melek gibi
masum görünüşünün altındaki gerçek çehresi, nikah zincirini boynuma
takıncaya kadarmış.
Nikâhtan hemen sonra, dikeni gülünden çok fazla bir kara çalı ile
karşılaştım. Ne söz dinliyor, ne de bir eksik ve kusurunu kabul ediyordu?
Bir müddet meşgul oldum. Düzelteceğime dair ümitlerimi yitirince,
sabretmeye karar verdim. Hem öyle sabır ki onu kırıp incitmemeye çok
büyük gayret gösterdim. Yakınlarımın bunca sitem ve tenkitlerine rağmen
sabrettim. Zaman oldu ki, bu kadınla bir evde iken sırtımda ateş taşıyorum
sandım. Bu hal tam 15 sene sürdü. Ve sonunda o, Allah?ın huzuruna gitti,
ben de ikinci evliliği seninle yapmış oldum, İşte bu sabrımı, Allah (cc)
indinde en makbul bir amel olarak görmekteyim.
Evet kendini hayatın bütün cilvelerine önceden hazırlayan ve ?kırk senedir
Rabb?imin beni üzen bir takdirde bulunduğunu bilmiyorum? diyen Nişapur
vaizinin hayatından bir sabır sahnesi bu. Ya bizimki?

Yazar: Ahmet Şahin


Ecrinim
Peygamberimiz (SAV)diyor ki:
Bir an olsun herhangi bir kötülüğü işlememek için sabırla dayanmak,
sabırsızca kılınan bir yıllık ibadetten daha hayırlıdır.
O yüzden sabrın şükürden daha üstün bir dereceye sahip olduğu söylenir.
Çünkü verdiği nimetlerden ötürü Allah’a şükür eden kişi nimetlerin daha da
arttığını görür. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor;
“Eğer şükrederseniz, verdiğim nimetleri şüphesiz ki daha da arttırırım.”
Belâ ve musîbetlere karşı sabreden kişi ise yanında yüce Allah’ın yardımını
bulur. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz ki Allah (c.c.) sabredenlerle beraberdir.”
Peygamberimiz diyor ki:
Hastalık çekmeyen ve elinden malını kaybetmeyen bir kimse Allah katında
hayırlı bir kul değildir. Çünkü yüce Allah (c.c.) sevdiği kulunun başına belâ
ve musibet getirir. Belâ ve musibet getirdiğinde de ona sabır verir.
– Zübdetül Vaizin –
Peygamberimiz diyor ki:
Sabır üç kısma ayrılır:
Belâ ve musibetlere karşı sabır,
İbadet ve tâate karşı sabır,
Kötülüklere karşı sabır.
Belâ ve musibetlere sabırla katlanan kişinin amel defterine üçyüz sevap
yazılır. Her sevap da sahibinin cennetteki mevkiini yerle gök arası kadar
yükseltir.
İbadet ve tâat karşısında bir takım sıkıntılara samimi bir kalb ile katlanan
kişinin ise, amel defterine altı yüz sevap yazılır. Her sevap sahibinin
Cennetteki mevkiini yerin birinci tabakası ile en alttaki yedinci kat tabakası
arası kadar yükseltir.
Kötülükleri işlememek için sabırla dayanan kişinin de amel defterine
yediyüz sevap yazılır. Her sevap sahibinin, cennetteki mevkiini Arş ile
yeryüzü arası kadar yükseltir.
Allah’ın yasaklarını işlememek için sabretmez bizi bu yasakları işlemeye
teşvik eden her türlü fikir ve duyguyu reddetmek, Allah katında en yüksek
derecedir. Çünkü böyle bir harekete girişmek başta nefse karşı koymak ve
onu öz tabiatının dışına sürüklemek gerçekten insanoğlu hesabına en büyük
derttir. Allah’ın emirlerini yerine getirmek için sabır göstermek ise
öbüründen daha kolay olduğu için Allah katındaki derecesi de daha
aşağıdır. Çünkü çoğu Allah emirleri nefsin de hoşlandığı hükümlerdir.
– Zübdetül Vaizin –
Mûsa Peygamber diyor ki:
Tûr-i Sina’da Allah (c.c.) ile konuşurken bir aralık Mûsa peygamber Allah’a
sorar:
“Ey Rabbim! Senin katında en sevgili (en değerli) cennet mevkii hangisidir?”
Yüce Allah (c.c.), “Ey Mûsa! Mukaddes Hazire’dir” diye cevap verir. Daha
sonra aralarındaki konuşma şöyle geçer:
Hz. Mûsa:
Ey Rabbim, orada kimler kalacak?
Yüce Allah:
Belâ ve musibetlere karşı sabırla katlanan kimselere.
Hz. Mûsa:
Ey Rabbim, o kimseleri bana tarif eder misin?
Yüce Allah:
Onlar öyle bir guruptur ki başlarına gelen belâ ve musibetlere karşı
dayanıklıdırlar; Allah (c.c.) kendilerine nimet verdiğinde şükür borcunu
yerine getirirler; ayrıca başlarına gelen belâ ve musibet karşısında, “Biz
Allah’ın kullarıyız (O’nun verdiği belâ ve musibetlere göğüs gereriz). Bir gün
yine O’nun huzuruna vararak hesap vereceğiz” derler.
İşte bunlar “mukaddes hazire” de kalacaklardır.
Peygamberimiz diyor ki:
Malına veya kendisine bir belâ ve musibet gelen kişi bunu sabırla karşılayıp
o da ondan ötekine, berikine şikayetçi olmazsa Allah (c.c.) o kimseyi
affetmeyi üzerine borç bilir.
– Camius Sagir –
Ey saadet yolunun yılmaz yolcusu!
Aklı başında olan kişi, başına gelen belâ ve musibetler karşısında sabırla
dayanır. Sıkıntı ve çilelerden asla yaka silkmez. Fakirlikten hiçbir zaman
şikayetçi olmaz. Çünkü insanoğlunun Allah’ın rahmet ve mağfiretine
erişmesi, cennetteki derecesinin yükselmesi, günahlarının kazınıp silinmesi
böylesine bir sabır örneğine bağlıdır.
İbni Abbas diyor ki:
Vakti zamanında peygamberlerden biri Rabbine şikayet eder, der ki “Ey
Rabbim! mümin kulların sana itaat ediyor, kötülük işlemekten kaçınıyor.
Fakat bütün bunlara karşılık onları dünya servetlerinden mahrum
ediyorsun, üstelik de her türlü belâ ve musibetleri başlarından eksik
etmiyorsun.
Buna karşılık kâfir kulların sana itaat etmiyor, her türlü kötülüğü işliyor.
Fakat yine de bütün dünya servetlerini önlerine yığıyor ve her türlü belâ ve
musibetleri başlarından atıyorsun. Sebebi ne ola ki?”
Bunun üzerine yüce Allah (c.c.) şikayette bulunan peygamberine şöyle cevap
verir:
“Ey sevgili elçim! Kullarım da, başlarına gelen belâ ve musibetler de
benimdir. Ayrıca her ikisi de beni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederler.
Şimdi mümini ele alalım. müminin günahları vardır.
O yüzden onu dünya servetlerinden mahrum bırakıyorum. Üstelik de onun
başına belâ ve musibet veriyorum ki bunlar günahlarını silip süpürsün.
Huzuruma çıktığında onu iyilikleriyle mükafatlandırayım.
Kâfire gelince o, dünyada servet içinde hayat sürüyor. Belâ ve musibete de
çarpmıyor. Kısacası kâfiri dünyada rahat içinde yüzdürüyorum.
Yüzdürüyorum ki yarın öbür dünyada huzuruma çıktığında kendisini
kötülükleriyle çetin azabıma uğratayım.”


Ecrinim
Fatma hanım yatan yavrusuna baktı bir kez daha.Belki de bu onu son
seyredişi,son görüşüydü.Hayatta en çok değer verdiği,çok fazla
önemsediği,hatta onun için herkesi kırıp, öz oğlunu Yavuzunu bile hiçe
saydığı,geleceğinin teminatı gözüyle baktığı küçük oğlu Fatih’ti bu köhne
hastanede yatan.Yaşlı gözleri ağlamaktan kızarmış,titrek ellerini kaldırarak
dua ediyordu Yaradanına.Aslında hiç yüzü yoktu dua etmeye.Yaptığı
adaletsizliği,haksızlığı,tüm insanların onları uyarmalarına rağmen dikkate
almamalarının hesabını nasıl verecekti Rabbine?Ne kadar dua da etse,tövbe
de etse yinede telafi edemezdi hatasını.Ya büyük oğlu Yavuz.Onun yüzüne
her baktığında,her yanına gelip halini hatırını sorduğunda yerin dibine
giriyor,utançtan bakamıyordu yüzüne.Her yemekte kendinden önce anne ve
babasının yemeğiyle ilgilenen bir zamanlar hiçe saydıkları oğullarına nasıl
affettireceklerdi kendilerini? Hiçbir şey olmamış gibi nasıl davranacaklardı?
Onun yüzüne her baktığında hatasını düşünüyor,keşkeler zihninde dönüp
duruyordu sürekli.Gelecekte keşke dememek için yaptığımız her
davranışı,söylediğimiz her sözü düşünerek söylenmesi gerektiğini anlamıştı
ama geç kalmıştı biraz.Yavuzun sürekli kullandığı bir söz geldi aklına.
‘Söz ağızdan çıkmadan biz ona hükmederiz.Ama ağzımızdan çıktığı anda o
bize hükmeder’
Aslında geçmişimiz geleceğimizi yönlendirir.
Evet böyle derdi Yavuz.Neye yatırım yaparsak günü geldiğinde o bizi
karşılar.Bu dünyada da Ahirette de.Geçmişimiz bir nevi geleceğimizin
aynasıdır aslında.Fatma hanım bunları düşündükçe utancı daha fazla
artıyor pişmanlığını ifade edece söz bulamıyordu.Çok geç kalmıştı,hem de
fazlasıyla.Geçmişi bir bir geldi gözünün önüne.Buruşmuş göz kapakları
kapanmış,yaptıklarını ve yapması gerekirken yapmadıklarını düşünmeye
koyuldu.
İstanbul’un köhne bir ilçesinde gecekonduda iki oğlu ve kocasıyla yaşam
mücadelesi veren sıradan bir kadındı o.Sıradan bir Anne yani.Onu diğer
annelerden ayıran tek farkı ise şimdi ayırt edebiliyordu.Onun pişmanlığı da
bu yüzden di zaten.Akşam geç vakte kadar çalışan kocası,büyük oğlu
Yavuz,küçük oğlu Fatih.İki oğlundan en çok Fatihi seviyordu.Çünkü o,
hasta olduğu için sürekli korunmaya muhtaç bir haldeydi.Ağabeyi Yavuz
sağlıklı ve işinde gücündeydi. Fatma hanım yatmakta olan oğlunu baştan
aşağı süzdü.Bebeklik hali geldi gözünün önüne.O doğduğunda da
çelimsizdi.Hastalığı daha doğduğu yıllarda başlamıştı.Onun hastalığı ile
uğraşırlarken Yavuz ilk okula gidiyor gayet sağlıklı bir şekilde devam
ediyordu yaşamına.Fatih’le hastanelerde koştururken Yavuz okuldan eve
döndüğü zaman genelde anne ve babasını evde bulamıyor onlar gelene
kadar dış kapıda bekliyordu ailesini.Çoğu zaman açlıktan ve soğuktan
üşüyen minicik ellerini zor çıkan nefesiyle ısıtmaya çalışıyor, aç olan
midesine bastırarak başka şeyler düşünmeye çalışıyordu.İleriden anne ve
babasını hasta kardeşiyle beraber geldiklerini görünce dünyalar onun
oluyordu.Koşarak annesinin sıcaklığını duyabilmek için bacaklarına
sarılıyor ve her defasında da sinirli annesinin onu ayağıyla itmesiyle zoraki
uzaklaştırılıyordu.Evlerine girer girmez annesi söylenmeye başlıyordu bıkıp
usanmadan.
– Yinemi üstünü başını kirlettin.Sen ne biçim bir insansın anlamadım ki?
Biz hasta kardeşinle uğraşıyoruz sen bize yardım edeceğine daha fazla
yoruyorsun.
Yavuz korkudan bir köşeye siniyor açlığını bile annesine söylemeye cesaret
edemiyordu.Akmaması için zor tuttuğu gözyaşlarını içine akıtarak
annesinin kardeşine şefkatle sarılıp
– Ne yemek istersin yavrum.Canın ne istiyorsa söyle onu pişireyim.Aslan
yavrum benin.İyileşecek ve bize o bakacak.Bizim onu taşıdığımız gibi o da
bizi sırtında taşıyacak diyerek yanağına sıcacık bir öpücük kondurmasını
seyrederdi çoğu zaman.Kardeşini o da çok seviyordu ama anne ve babası
sanki kardeşinin hastalığının intikamını ondan alıyormuş casına kötü
davranmalarına bir anlam veremiyor,kardeşine her yaklaştığında annesinin
hışımla parmağını ona doğru sallayarak
– Sakına çocuğu ağlatma yoksa seni pişman ederim.
Sözlerinden sonra içten içe kardeşine de kızıyordu.
Annesi yemek hazırlarken oda kırık dökük bir oyuncak arabayla oynamaya
başladı.Çocuk aklı en ufacık bir şeyle avunuyor,en ufacık bir şey onu mutlu
edebiliyordu.Babası da televizyonda haberleri dinlemeye
koyulmuştu.Kardeşi yattığı yerden ona bakıp arabasını istedi.Yavuz:
– Olmaz o benim arabam.
– Ver dedim arabayı bak anneme söylerim.
– Az ben oynayayım sonra sana vereyim tamam mı kardeşim demesiyle
kardeşinin çığlığıyla irkildi.
– Anne abim arabayı bana vermiyor.
Anne koşar adımlarla gelerek bir yandan söyleniyor bir yandan da Yavuzun
elindeki arabayı hızla çekti.Hem acıyan eli, hem de arabasının gittiği için
Yavuz da ağlamaya başlamıştı ki oturan babası öfkeden kıpkırmızı olmuş
vaziyette Yavuza tekme tokat vurmaya başladı.Tekmelerin bir biri ardına
suratında ve tüm vücudunda patladığından Yavuz minik elleriyle yüzünü
saklamaya çalışırken bir yandan da yalvarıyordu.
– Babacığım ne olur yapma sonra çok acıyor.Anne ne olur kurtar beni söz
veriyorum bir daha kardeşimi hiç üzmeyeceğim.Oyuncaklarımın hepsini
ona vereceğim.Ne olur babacığım yapma ne olur!
Babanın gözü dönmüş hasta olan çocuğunun intikamını alırcasına yerde
zavallı bir şekilde yatan minik bedeni tekmelemeye devam ediyor onun
haykırışlarını hiç duymuyordu bile.Anne hissiz sadece seyrediyor Fatihe
sarılmış öylece bakıyordu.Taki baba Yavuzu duvara savurup kafasından
kan gelene kadar.Yavuzun artık takati kalmamış yalvaramıyordu bile.Bu
sesler ve bağırışmalar oturdukları gecekondunun dışına taşmış komşular
toplanmıştı bile.Zaten alışıklardı bu duruma.Bu ne ilkti ne de son.Yan
komşularından Hatice ana yaşlı haliyle koşarak girdi içeriye yerde yarı
baygın kanlar içinde yatan minik yavruya bakıp, söylenmeye başladı;
– Siz insan olamazsınız.Ne istediniz yine bu yavrudan? Bu kaçıncı?
Korkarım bir gün öldüreceksiniz bu yavruyu.
Hiç mi Allah korkusu,Anne baba sevgisi,hiç mi merhamet yok siz de?
Bir yandan söyleniyor diğer yandan eline geçirdiği bir bez parçasıyla
pansuman yapıyordu.Ama kanamayı bir türlü durduramayınca Yavuzu yaşlı
haline bakmadan kucaklayarak dışarı çıkardı.Kapının önünde ki merakla
olayı seyredenlere bağırarak;
– Görmüyor musunuz çocuk kötü durumda ambulansı çağırın hadii!
Baba içeriden hala söylenmeye devam ediyordu.
– Oda Fatihi ağlatmasaydı.O hasta bilmiyor mu? Kendi sağlıklı diye bu
çocuğu niye ağlatıyor? Fatih kendini koruyamıyor onun yerine ben korurum
oğlumu.


Ecrinim
Fatma hanım hala Fatih’e sarılmış başını okşuyordu oğlunun.Oysa diğer
oğlu yarı baygın Anne Anne diye mırıldanıyordu.
Hatice ana gözyaşları içinde bir yandan dua ediyor diğer yandan da
Yavuz’un yaralı vücudunu okşuyordu.Her kafadan bir ses çıkıyordu.
– Hastaneye gerek yok aslında çocuk bu toparlar kendini
– Nerde kaldı bu ambulans?
– Neden dövmüşler yine bu çocuğu? En sonunda öldürecekler bu biçareyi.
– Bunlarda insaf yok canım.Hiç insan kendi evladına bunu yapar mı? Zavallı
çocuğun haline bak.Vicdansız bunlar vAllahi vicdansız.
– Öz değildir belki de ne biliyoruz ki? Bak diğerine yapmıyor.
– Öz canım ben biliyorum.Senelerdir komşuyuz.Ama Fatih’i hasta ,Yavuz da
sağlıklı ya sanki onun intikamını alıyorlar bu zavallıdan.
– Bu çocuk ne yapsın canım? Bumu hasta yaptı diğer evlatlarını?
Kaç senedir komşularıyım bu çocuğa bir kere sarıldıklarını görmedim
ikisinin de.Ama Fatih’i şımartıyorlar.Oda gün gelir başlarına bela olur.Belli
mi olur hayat bu belki de dövdükleri bu zavallıya muhtaç kalırlar.Diğeri
hasta diye tepelerine çıkarıyorlar.Ya bu çocuk sakat kalsa şimdi ne olacak?
Hatice ana konuşanlara sinirli bir şekilde bakıp söylenmeye başladı;
– Bırakın dedikoduyu telefon açın da çabuk gelsin şu ambulans.
Hatice ana şefkatle baktı gözleri yarı aralanmış bitkin bedene.Çok kısık bir
şekilde hala mırıldanıyordu.
– Anne beni kurtar.Anneciğim çok canım acıyor.Baba ne olur yapma.Bunları
duydukça Hatice ananın gözyaşları kucağındaki yaralı bedene doğru
akmaya başladı.Aradan birkaç dakika geçmişti ki ambulansın sireni acı acı
çalarak yanlarına kadar gelmişti.Görevliler araçtan hızla inip yerde kanlar
içerisinde yatan Yavuzu sedyeyle ambulansa bindirerek yine aynı acı sesle
uzaklaştılar oradan.Yavuz’un yanında ne kurtarması için hala yalvardığı
Annesi vardı,ne de onu bu hale gelene kadar döven babası. Hiç biri yoktu
yanında. Onu defalarca bu şekilde dayaktan kurtaran Hatice ana vardı
yanında.Yaşlı kadının eli minik,ürkek ve titreyen eli kavramış ona güç
veriyordu.
– Tamam yavrum geçti.Hastaneye gidiyoruz.İyileşeceksin merak etme.


Ecrinim
Ambulansın içinde doktor yarayı temizlerken Yavuz gözlerini hafifçe
araladı.Karşısında müşfik bir şekilde ona bakan Hatice anayı görünce
buruk bir tebessüm kondurdu kan içinde kalan yüzüne.Güvende olduğunu
anlamış minik eli yaşlı kadının elini daha bir güvenle sımsıkı kavramıştı.Bu
halde hastaneye gelmişler o geceyi orada geçirmişlerdi.Kendine
geldiğindeyse doktor sordu.
– Oğlum seni bu hale kim getirdi anlat bakalım.Olayı polise bildirmeliyiz.
Yavuz’un sesi titriyor onu bu hale getirse de Babasının polisle karakolla
uğraşmasına gönlü razı olmuyordu.Hem söylese bile eve geri döndüğünde
daha kötü dayak yiyeceğini de biliyordu.Daha önce de bu şekilde olmuş
babası ona sıkı sıkı tembih etmişti;
– Sakın benim dövdüğümü söyleme.Yoksa beni hapse atarlar.kardeşin de
sen de babasız kalırsınız.Sonra size kim bakar? Sana sorarlarsa çatıdan
düştüm de tamam mı?
Doktorun ısrarla sorusuna kısık bir şekilde cevap verdi.
– Çatıdan düştüm doktor amca.Topum oraya kaçmıştı da.
Hatice ananın gözleri doldu.Yüreğinde müthiş bir sızı hissediyor doğruyu
söylemek istese de daha sonrasını düşünerek dudağını morartana kadar
ısırarak sessiz kaldı.Bir ara Yavuz’la göz göze geldiler.Yavuz’un ona
yalvaran gözlerle bakması onun yüreğini daha da fazla yakıyor bir şey
yapamamanın verdiği çaresizlik onu helak ediyordu.
Doktor çok inanmasa da çocuğu daha fazla üzmek istemiyordu.
– Peki Annen baban yok mu yavrum senin?
– Var efendim.
– Neden yanında değiller peki?
– Kardeşim hasta olduğu için onu yalnız bırakamadılar.Ben de Hatice ana ile
geldim.
Doktor’un kafası iyice karışmış vaziyette Hatice ana ya döndü.Hatice ana
müşfik bir şekilde bir doktora bir de Yavuz’a bakarken gözyaşları sel
olmuştu yine. Keşke anlatabilseydi.Keşke küçücük çocuğun vücudundaki
morlukların mimarı olan kişiyi ele verebilseydi.Keşke yüreğinden geçeni
açıklayabilseydi.Keşke yapabilseydi tüm bunları.Boğazında düğümlenen bu
keşkelere daha fazla dayanamadı.Gözlerini doktordan hızla kaçırırken
gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönerek çıktı odadan.Kapıda
doktorun çıkmasını beklerken hala tereddüt içindeydi.Söylese daha kötü
olur muydu acaba? Söylemediğinde de yine aynı şekilde davranması
kaçınılmazdı.Gel-git ler içerisindeyken doktor da Yavuzu muayene edip
odadan çıkmıştı.
Hatice ananın yanına gelip yavaşça mırıldandı;
– Çocuğu muayene ettim.Vücudun da morarmamış bir yer kalmamış. Bunlar
kesinlikle düşme izi değil. Şiddete maruz kalmış bu çocuk.Kim yaptı bunu?
Bunu yapan insan olamaz.
– Ne olur doktor bey kimseye söylemeyin.Size yalvarıyorum.Yoksa daha
kötü vaziyette geri gelir buraya Belki de mezara gider Allah korusun.Zoraki
sadece bunları söyleyebildi.Kelimeler boğazında düğümlenip
kalmıştı.Yüreğinin bir tarafı
– Söyle de cezasını çeksin insafsız adam. Derken bir tarafı da;
– Sakına eve geri geldiğinde kesinlikle çocuğu yaşatmaz.Belki de
akıllanmıştır.
Bir daha yapmaz.Korkmuşsa bir daha dövmez belki de. Diyordu.Ama bu
söylediklerine o da inanmıyordu aslında.
Doktor daha da fazla hiddetlenmiş sıktığı yumruğunu diğer eline vurarak
söylenmeye başladı;
– Bu minik bedeni bu hale getirenler aramızda
dolaşıyor.İnanamıyorum.VAllahi aklım almıyor.Allah cezalarını versin
böylelerinin.Çocuk kendinde çıkarabilirsiniz.Ama emniyette olduğundan ve
başına bir daha böyle bir şey gelmeyeceğinden eminseniz alın götürün evine.


Ecrinim
Hatice ana üzerine bir kat daha fazla yük binmiş,ağırlığı kaldıramayacağını
düşünürken kapı aralığından çelimsiz elleriyle onu çağıran Yavuza bakıp;
– Tamam götüreyim.İnşAllah bir daha bunu yapmaz.Yaparsa da biz
mahalleli olarak ona dersini veririz inşAllah.
– Peki siz bilirsiniz.Size geçmiş olsun.
– Sağ olun doktor bey oğlum.Allah sizden razı olsun.Siz kim bilir daha
nelerini görüyorsunuzdur?
– Evet çok olayla karşılaşıyoruz.Ama pek çoğu kaza,yaralanma vesaire.Ben
en çok kendinden küçük ve korumasız yavruların bu şekilde hayvanca
hırpalanmasını hazmedemiyorum.
– Hiç kimse hazmedemiyor evladım.Kim hazmedebilir ki? İnsan olanın
yüreği kaldırır mı böyle bir şeyi? Güçsüzlük ifadesi aslında bu.Kendinden
küçük birini dövmek,hırpalamak. Zavallılığın bir ifadesi bence.
– Evet teyzeciğim haklısınız.Zavallıların işidir bu.Ama Allah er geç kim
zavallı kim güçlü gösterir.Allah büyüktür teyzeciğim,Allah en büyüktür…
– Amenna oğlum amenna…
Hatice ana doktora teşekkür ederek ayrıldı yanından.Yavuzun yanına
geldi.Tebessüm ederek başladı konuşmaya;
– Hadi bakalım bu kadar yatmak yeter dedi doktor bey.Artık eve gitme vakti
geldi.Yavaş yavaş çıkalım mı?
Yavuz’un ışıldayan gözleri bir anda karardı.Eve dönmek, bu ifade ne kadar
soğuk ne kadar kötü ve ne kadar canını acıtıyordu onun.Vücudundaki
ağrılara aldırmadan yavaşça doğruldu.Güvendiği el yine imdadına yetişmiş
onu yataktan düşmekten kurtarmıştı.Yatağa oturup karşı ki camdan
dışarıya baktı Yavuz. Hava pırıl pırıl aydınlıktı.Ama onun yüreği kapkara
vaziyette gidiyordu evine.Hırpalandığı,dövüldüğü,horlandığı,itilip kakıldığı
yere dönüyordu.Titrek bir sesle başladı konuşmaya;
– Hatice ana sen olmasaydın ben ne yapardım.
Gerisini söyleyemedi.Sesi kısılmış,boğazında düğümlenip kalmıştı
sözcükler.Daha çok şeyler söylemek istese de ağlamaktan
konuşamayacağını anladı.Bir süre öylece sessiz baktı bu yüreği kocaman
kadına.Bu nur yüzlü kadını imanı mı böyle yapmıştı? Gıpta ile baktı
yüzünde ki çizgileri derin ama imanın verdiği nurla parlayan bu kadına.O da
büyüyünce tıpkı onun gibi olmaya yemin etti o gün.Onun gibi müşfik,onun
gibi sevecen, onun gibi yardım sever,onun gibi imanlı.
Hatice ana eşyaları toparlamış Yavuzun koluna girerek çıktılar
odadan.Koridorda ilerlerken akşam onun halini görenler acıyarak bir
birlerine gösteriyorlardı zor yürüyen bu çocuğu.Kapıya kadar gelmişlerdi
ki,Hatice ana;
– Bir dakika bekle.Ben taksi çağırayım yavrum sen şurada otur. Yavuz
mahcup olmuştu.Emekli maaşıyla zar zor geçinen kadına daha fazla yük
olmamak için;
– Gerek yok Hatice ana ben yürürüm.
Yaşlı kadın onun neden böyle dediğini anlamıştı.Tebessüm ederek karşılık
verdi;
– Sen yürürsünde yavrum ben yaşlı bir kadınım.Ben yürüyemem.
Onlar kendi aralarında konuşurlarken taksi yanaşmıştı bile
yanlarına.Taksiye binerek hızla uzaklaştılar oradan.Yavuz eve gidince neler
olacağını düşünüyor,bir taraftan da ağrılarını düşünmemeye çalışıyordu.Ve
nihayet kapının önüne geldiklerinde arabadan inerek yavaş adımlarla eve
yöneldiğinde arkasına dönüp Hatice ana ya baktı.O gelmiyordu.Kendisine
baktığını fark edince;
– Sen yalnız git oğlum.Yine bir şey yaparlarsa sakın orada durma koş bize
gel tamam mı?Ben seni kurtarırım.Hadi yavrum Allah yardımcın olsun.
– Her şey için teşekkürler Hatice ana.Sen bana öz annemden daha fazla
annelik yaptın hakkını helal et.
– Helal olsun yavrum.Helal olsun.
Eve iyice yaklaştığında içeri girip girmemekte tereddüt etti.Titreyen eli zile
değmiş kısa bir süre sonra da kapı açılmıştı.Kapıyı açan annesiydi.
– Gel bakalım.İyileştin demek.Sen sağlıklısın zaten sana bir şey olmaz.Turp
gibisin sen.Hadi bakalım geç kardeşini oyala bende yemek
hazırlayayım.Birazdan baban da gelir işten.
Ürkek adımlarla içeri girdi Yavuz.Kardeşi yine televizyonun karşısındaki
koltuğa oturmuş önünde meyve tabağı kumanda diğer elinde,keyfi
yerindeydi.
Yıllar bu şekilde akıp gitmiş,Kardeşi hasta olduğu gerekçesiyle hep el
üstünde tutulmuş,şımartılmış,o ise sağlıklı olduğu için azarlanan,dayak
yiyen horlanan,hatta çoğu zaman kardeşinin yapmış olduğu yaramazlıklar
yüzünden bile cezalandırılan ikinci sınıf muamelesi gören bir kişilik olarak
hayatını devam ettirmişti.Ama sürekli acı çekerek büyümüş okula parasız
başkalarının verdiği kıyafetler ve kitaplarla,kar,kış demeden yürüyerek
gidip gelmişti.Acılarla yoğrulmuştu yani.
Orta okul ve lisede hem çalışıp hem okumuş,okul ihtiyaçlarını kendisi
çıkardığı gibi eve de katkıda bulunuyordu.Kardeşi ise iyileşmesine rağmen
çelimsiz olduğu için yine el üstüde tutularak servisle gidiyordu okula.Yavuz
asla kıskançlık duymuyor,aksine kardeşine çok üzülüyordu.Onun
iyileşmesi için sürekli dua ediyor Hatice ana dan ona miras kalan dua yı
dilinden düşürmüyordu.Onu kızdıran tek şey anne ve babasının kardeşi ve
ona farklı davranmalarıydı.O kadar farklı davranıyorlardı ki,bunu herkes
hissediyor çoğu zaman etrafındaki insanların ona acıdıklarını fark ettiğinde
ise fazlasıyla üzüyordu ama elinden bir şey gelmiyordu.Bu hal o askere
gittiğinde de devam etti.Onu bir kere bile aramadılar.O ise Allah inancı
sayesinde onları asla terk etmeyip sürekli hal hatırlarını sordu.
Asker arkadaşları Yavuzun anne abasının yaşadığını bile
bilmiyorlardı.Akşamları arkadaşlarına ailelerinden gelen telefonlar anons
ediliyor,her konuşanda müthiş bir sevinçle geri gelerek, ballandırarak
anlatıyorlardı aileleriyle konuştuklarını. O ise bunu bir kere bile
yaşayamadı.Geceleri sessizce ağlayarak geçirir,gündüz arkadaşlarına bir
şey hissettirmezdi.Tek sırdaşı Rabbiydi.Sadece ona derdini açar ailesinin
doğru yolu bulmaları için dualar ederek geçiriyordu gecelerini.Çünkü
çarenin sadece onu yoktan var eden de olduğunu biliyordu.Arkadaşları
gayet rahat para harcarlarken ona hiç para gelmediği için bir şey
alamıyordu ama o buna aldırmıyordu.Ailesinden istediği tek şey sadece onu
arayıp sormalarıydı.Fakat bir kere bile aramadılar.


Ecrinim
Tezkere aldığına sevinememişti bile Yavuz.Bölükten toplanan parayla
İstanbul’a zar zor gelmiş, Yaşadığı mahalleye girince de ilk işi Hatice ana nın
mezarını ziyaret etmek olmuştu.Saatlerce dua etti orada.Ona çok şey
öğretmişti çünkü.Vicdanlı olmayı,müşfik olmayı,merhameti,sabrı,imanı ve
insan olmayı ondan öğrenmişti.Hayatına değer katmıştı onun.Neden
dünyaya geldiğini,ne yapması gerektiğini hep o öğretmişti ona.O,öldüğü
zaman da en çok üzülen de Yavuz olmuştu tabi.Koruyucusunu
kaybetmişti,onunda değerli olduğunu hissettiren tek kişiyi
kaybetmişti,yiyen,içen,gezen et yığını değil de Allah’a ibadetle emrolunan bir
kul olduğunu ondan öğrenmişti.Uzun uzun dua etti bu unutamadığı gerçek
ana şefkatini hissettiği tek kişinin mezarında.
Sonra ayakları ister istemez eve yöneldi.Kapıyı komşu gibi çaldı.Annesi açtı
kapıyı.Yaşlanmış,saçlarına aklar düşmüş bu kadın onu doğuran ama şefkat
göstermeyen bu kadın,dövülmelerinde sessiz kalan bu kadın için ne
hissediyor olabilirdi? Koca bir boşluk. Sadece bu.Annesi herhangi bir
komşu gibi sarıldı oğluna.Fatih büyümüş yine her zaman ki gibi şımarık bir
edayla abisine hoş geldin dedi.Aynı anne babaya sahip olduklarına,kan
bağının bulunduğuna inanamıyordu.Bu soğuk buz dağı onun kardeşimiydi?
Kardeş neydi? Ne yapardı aslında? Ya anne baba neydi? Onlar ne
yaparlardı? Doğurmakla mı sınırlıydı görevleri?Yanağındaki ize baktı.Bu
yine bir dayak seansında meydana gelmişti ve bir ömür boyu taşıyacaktı
onu.Taşımak zorundaydı.Her aynaya baktığında yanağını kaplayan o
kapanmaz yarayı gördüğünde ne hissedecekti?Çocukları sorduğunda ne
cevap verecekti onlara? Babasını nasıl anlatacaktı? Ya tepkisiz kalan
annesini? Ahiret’te ne cevap vereceklerdi peki Allah’a? Nasıl savunacaklardı
kendilerini? Adaletsiz davranan bu insanlar Allah’tan nasıl adalet
umacaklardı? Evet Allah adildir.Hem de hiç kimsenin olmadığı
kadar.Nihayet akşam olmuş baba da gelmişti işten.Öylesine sarıldı
vücudunun pek çok yerinde imzası bulunan oğluna.Yavuz da ona
yönelirken ürkekti,titrekti.Aniden dövmeye başlamasından korkan bir hali
vardı ama artık imkansızdı bu.
Yavuz o gün hep gözlemledi.Yaşadığı bu ev,onun isteği dışında anne-baba ve
kardeşi olan bu insanlara baktı uzun uzun.Fatihin anne-babasına
davranışlarına baktı.Hakaret ediyor,küfrediyordu.Emirler yağdırıyordu
onun için çırpınan bu insanlara.Oysa o bir kere bile karşı çıkmamıştı
onlara.Bir kere bile saygısızlık göstermemiş, sürekli saygılı davranmıştı
onlara.Oysa Fatih annesine emirler yağdırıyordu sürekli.Yavuz annesine
sofra kurarken yardım etti.Yaşlanmış ve bezgin haline dayanamadı.Sofraya
oturmuşlardı ki Fatih bağırmaya başlamıştı.
– Neden bir bardak getirdin? Ne biçim sofra bu? İnsan ol biraz ya.Git bir
bardak daha getir.
Yavuz şaşırmıştı.Yutkundu.Bir şeyler söylemek istese de sabretmek daha
iyidir dedi.Kabahat onda değil,onu bu hale getirenlerdeydi.Hastalığından
eser kalmamasına rağmen yine onu kullanarak anne babasına hükmeden
bu insanda tıpkı babasını hatırlattı ona.O gece pek bir şey konuşmadan
yattılar.Aslında hesap sormak istiyordu onlara.
– Neden beni hiç aramadınız? Neden hiç para göndermediniz? Hasta olup
olmadığımı hiç merak etmediniz mi? Neden? Neden?
Hiç birini soramadı.Gerek duymadı belki de.Ne yararı olurdu ki
sormasının? Zamanı geri alamayacağına göre ne işe yarardı ki hesap
sormak?
– Sessiz kalmak en doğrusu.Sessiz kalıp uygun bir şekilde burayı terk edip
gitmek. Diye geçirdi içinden.


Ecrinim
Sabah olunca ilk olarak iş bulmaya karar verdi.Ama bu o kadar zordu
ki.Böylece haftalar geçmiş o çok aramasına rağmen hala bir iş
bulamamış,anne ve babasının hakaretleri yavaş yavaş başlamıştı.Ve Allahın
izniyle çalışabileceği bir iş bulmuş genellikle işe yürüyerek gidip geliyor yol
parasına kadar biriktiriyordu.Evlenme yaşının geldiğini düşünse de
ailesinin yardım etmeyeceğini bildiğinden dolayı kendi çabasıyla bir şeyler
yapabilmek için sürekli gece gündüz çalışıyordu.Eve de para veriyordu ama
annesi onun biriktirdiği paraya göz dikmişti.Bir gün yine işten geldiğinde
Yavuzu bir kenara çekerek nasihate başladı;
– Bak oğlum bu paraları bu şekilde biriktirmen iyi değil.Değer kaybediyor
bunlar.İstersen sen onları bilezik yaptır.Ben takarım.Hem evden
çalınmamış olur.Hem de düğünün olacağı zaman onları bozdurarak
ihtiyaçlarını giderirsin.
Yavuz çaresiz kabul etti.Kendisine nasihat verecek,doğruyu
gösterecek,onun yanında olan birilerinin olmasını çok istediğinden, bu
teklifin de onun için hayırlı olduğunu düşünmüştü.Ertesi gün,canını dişine
takarak biriktirdiği geleceğine yaptığı yatırımı bilezik olmuş,onu
döven,hırpalayan,azarlayan,kıyaslayan annesinin kolundaki yerini
almıştı.Dirseğine kadar gelmişti bu bilezikler.
Yavuz bu arada hem çalışıyor,hem de kendini geliştirmek için kitaplar
okuyor,bir şeyleri doğru yerden öğrenmek adına sürekli koşturuyordu.Ve
nihayet seneler sonra kendi gibi düşünen birini tavsiye etti bir
arkadaşı.Görüşmeler sonunda evlenmek üzere anlaştılar.Fakat ailesini ikna
etmesi gereken Yavuz bunu bir türlü yapamıyor sürekli onlarla karşı
karşıya geliyordu.Çok fazla dindar buldukları gelin adayını istemeye gitmek
imkansızdı.Ve son gün Yavuz senelerdir yapmak isteyip te yapamadığını
başardı.Onlarla konuşmaya karar verdi.Akşam yemeğinden sonra anne ve
babasını karşısına alarak başladı konuşmaya;
– Anne-baba.Ben sizden şimdiye kadar kendi adıma bir şey istemedim.Her
ihtiyaç duyduğumda yanımda değildiniz.İhtiyaçlarımı hep başkaları
karşıladı.En zor anlarım da bile,size en fazla ihtiyaç duyduğum anlarda bile
hiç yanımda olmadınız.Beni dünyaya getirmeye vesile olan iki insan olarak
sizden ilk ve son kez bir şey istiyorum.Emin olun bunu ben yapabilseydim
veya bir başkasına yaptırabilseydim sizden asla istemezdim.İlk kez bana
analık babalık yapın bu sizden son isteğim.Anne ve babası uzun süre
düşündükten sonra bir kere kızın evine gidip istemeyi kabul ettiler.Ama
babanın bir şartı vardı, hışımla söze atıldı;
– Bak ama sadece bir kere giderim.Bir daha asla gitmem.Ne halin varsa
gör.Yavuz ailesiyle ilk kez gidip isteme işlemini yaptılar,kızın ailesi olgun
insanlardı ve zorluk çıkarmadan;
– Onlar istiyorsa bize laf düşmez.Haklarında hayırlı olur inşAllah.Gelin
adayı içeri girip bir şeyler ikram ettiğinde baba sinirli bir şekilde baktı
oğluna.Örtülü bir gelin istemiyorlardı.Hele birde bu şekilde fazla örtülü
olunca iyice sinirlenmişti.Anne aslında Namaz kılmasına rağmen oda çok
hoşnut değildi bu işten.Yavuz kendi çabasıyla evi tutup,birkaç eşya
aldı.Kendilerini zorlamadan basit bir düğün yapacaklardı.Ailesi Yavuz’u bir
kez daha şoka sokup ihtiyaç duyduğu zaman vereceklerini söyledikleri
bilezikleri vermemişti.Kız, Yavuz’un durumunu bildiği ve onun üzülmesini
istemediği için kendi bilezik takmaktan hoşlanmadığını söyleyerek onları
almamasını, annesine hibe etmesizi istedi Yavuzdan.Yavuz hayran olmuştu
bu olaya.Şimdiye kadar ailesi ondan ne koparabilirlerse kar sayarlarken
karşısında evlenmeyi düşündüğü kız,hiçbir şeyin önemli olmadığından
Allah’ın ileride daha fazlasını verebileceğinden bu dünya malının gelip geçici
olduğundan söz ediyordu.Hatta daha da ileri giderek Ebu zerin sözü gibi
diyordu.
– Biz en güzel eşyalarımızı gerçek dünyamıza göndeririz – Çok sevindi
Yavuz.Hayatı boyunca ilk kez birileri onu kişiliğinden dolayı takdir
ediyor,dünya menfaatini boş gördüğünü önemli olanın sadece Kurani bir
yaşam olduğundan söz ediyordu.
Zor şartlarda evlenip yuvalarını kurmuşlardı bile.Yavuzun ailesi yine
onunla ilgilenmiyor sadece Fatihle ilgileniyordu..Nihayet Fatihte biriyle
tanışmış ve eve getirmişti.Bu Yavuzun babasının istediği gibi yarı çıplak
dolaşan birini buldu Fatih ve aniden düğünsüz bir şekilde getirdi eve.Uzun
bir süre beraber yaşadılar.Tabi Fatihin hakaretleri ve karısına bile iş
yaptırmaması ipleri iyice koparmıştı ki,Fatih evin tapusunu bir şekilde
üzerine alarak iyice yaşlanan anne babasını evden kovmuş bir daha da asla
onların yüzüne bile bakmamıştı.Ve aylar sonra evi sattıklarını karısının da
ev parasıyla beraber kaçtığı haberi şok etkisi yarattı Fatma hanımda.
O biricik oğlu,kıyamadığı,hiçbir kötülüğü konduramadığı oğlu hastaneye
kaldırılmıştı.Yavuz,hem anne ve babasına bakıyor hem de hastanedeki
kardeşiyle ilgileniyordu.Ama bir kere bile onların yüzüne vurmadan bir
görev olarak adletmişti bu işi.Çünkü o,sabrı kaynağından
öğrenmişti,insanlığı,şefkati,yardıma koşmayı,karşılıksız,hiçbir şey
ummadan sadece Allah rızası için mücadele etmeyi inandığı dinden
öğrenmişti.Hayat o kadar farklı gelişiyordu ki, bir anda belki de kendisi hiç
ummadığı bir insana muhtaç kalabilirdi. Hayat bu, her an her şey
olabilir.Allah her birimizi farklı şekillerde imtihan ediyor.Bunu bu şekilde
bilmek ve bu şekilde inanmak ne büyük lütuf…


DZALBAY
Ecrinimm ablam,böyle bir yazı nasıl gözlerden saklı kalmış?mum hocama söyleyelim,bu konuyu okumayan foruma giremesin…;)

Şaka bir yana,gerçekten harika yazılar.Bir haftalık medrese dersine bedel…

Allah CC razı olsun.


talha bayram
Fatma hanım hala Fatih’e sarılmış başını okşuyordu oğlunun.Oysa diğer
oğlu yarı baygın Anne Anne diye mırıldanıyordu.
Hatice ana gözyaşları içinde bir yandan dua ediyor diğer yandan da
Yavuz’un yaralı vücudunu okşuyordu.Her kafadan bir ses çıkıyordu.
– Hastaneye gerek yok aslında çocuk bu toparlar kendini
– Nerde kaldı bu ambulans?
– Neden dövmüşler yine bu çocuğu? En sonunda öldürecekler bu biçareyi.
– Bunlarda insaf yok canım.Hiç insan kendi evladına bunu yapar mı? Zavallı
çocuğun haline bak.Vicdansız bunlar vAllahi vicdansız.
– Öz değildir belki de ne biliyoruz ki? Bak diğerine yapmıyor.
– Öz canım ben biliyorum.Senelerdir komşuyuz.Ama Fatih’i hasta ,Yavuz da
sağlıklı ya sanki onun intikamını alıyorlar bu zavallıdan.
– Bu çocuk ne yapsın canım? Bumu hasta yaptı diğer evlatlarını?
Kaç senedir komşularıyım bu çocuğa bir kere sarıldıklarını görmedim
ikisinin de.Ama Fatih’i şımartıyorlar.Oda gün gelir başlarına bela olur.Belli
mi olur hayat bu belki de dövdükleri bu zavallıya muhtaç kalırlar.Diğeri
hasta diye tepelerine çıkarıyorlar.Ya bu çocuk sakat kalsa şimdi ne olacak?
Hatice ana konuşanlara sinirli bir şekilde bakıp söylenmeye başladı;
– Bırakın dedikoduyu telefon açın da çabuk gelsin şu ambulans.
Hatice ana şefkatle baktı gözleri yarı aralanmış bitkin bedene.Çok kısık bir
şekilde hala mırıldanıyordu.
– Anne beni kurtar.Anneciğim çok canım acıyor.Baba ne olur yapma.Bunları
duydukça Hatice ananın gözyaşları kucağındaki yaralı bedene doğru
akmaya başladı.Aradan birkaç dakika geçmişti ki ambulansın sireni acı acı
çalarak yanlarına kadar gelmişti.Görevliler araçtan hızla inip yerde kanlar
içerisinde yatan Yavuzu sedyeyle ambulansa bindirerek yine aynı acı sesle
uzaklaştılar oradan.Yavuz’un yanında ne kurtarması için hala yalvardığı
Annesi vardı,ne de onu bu hale gelene kadar döven babası. Hiç biri yoktu
yanında. Onu defalarca bu şekilde dayaktan kurtaran Hatice ana vardı
yanında.Yaşlı kadının eli minik,ürkek ve titreyen eli kavramış ona güç
veriyordu.
– Tamam yavrum geçti.Hastaneye gidiyoruz.İyileşeceksin merak etme.


talha bayram
zel paylaşım kardeş emeğine sğlık


Ecrinim
zel paylaşım kardeş emeğine sğlık

seninde ellerine sağlık kardeşim
beğendiğinize sevindim:)


sabırla ilgili yazılar, sabır ile ilgili yazılar, sabır ile ilgili yazı

Yorum yapın

1melek.com petinya.net Kompozisyon/ !function(){"use strict";if("querySelector"in document&&"addEventListener"in window){var e=document.body;e.addEventListener("mousedown",function(){e.classList.add("using-mouse")}),e.addEventListener("keydown",function(){e.classList.remove("using-mouse")})}}();