Nefs-i Mülhime ne demektir
Berât1
Nefs-i Mülhime:Gerektiği zaman Allahü teâlâ tarafından kendisine hakîkatler ilhâm edilen, kötülüklerden arınmış nefs.
Nefs-i mülhimeye kavuşmuş bir kimse, ilim, kanâat, tevâzu (alçak gönüllü olma), hüsn-i zân (iyi düşünce) sâhibidir, sabırlıdır, tahammüllüdür. Özrü kabûl eder. Her türlü eziyetlere katlanır. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)
Cevap: Nefs-i Mülhime ne demektir
Ebu Ducane
NEFSİN MERTEBELERİ – NEFS-İ MÜLHİME
Hakk’ın emirlerine mümkün mertebe uyan, men ettiklerinden âzamî derecede sakınan ve bu hâllerinden dolayı bazı ilâhî ilhamlara nail olan bu makamda, nefs-i mülhimenin seyri, AlAllah (Şanı yüce Allah’a) dır. Yani bu makamda sâlikin bâtının da hakîkî iman zuhur eylediğinden şuhûdunda mâsiva kalmaz. Âlemi, ruhlar âlemidir. Mahalli ruhdur. Hâli aşktır. Vâridi, marifettir. Sıfatları ilim, cömertlik, kanaat, tevazu, sabır, tahammül, özrü kabul, hüsnü zan ve eziyetlere katlanmaktır. Bu makamda sâlik bütün insanların kaderlerinin Allah Teâlâ’nın yed-i kudretinde olduğunu müşahade ettiğinden kimseye, hiçbir mahlûka asla, bir itirazı kalmaz. Yine bu nefs-i mülhimenin sıfatları arasında ağlamak, insanları ihmal etmek, hayranlık duymak, havf ve recânın bulunmayışı ve güzel sesleri işitince fazla haz duymak, hararetlenmek, zikrullahı sevmek, Allah ile ferahlanmak, güler yüzle ve hikmetle konuşmak, müşahede ve murakabe etmek bulunur.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki.”
[1]
Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem Hazretleri: "Muhakkak ki şeytan âdemoğlunun kan damarlarında dolaşır. Ve ben şeytanın size vesvese vermesinden korkarım.” [2] buyurmuştur.
Peygamber-i Zîşân Efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem Hazretleri: "Muhakkak sizin Rabbiniz için zamanınızın günlerinde dalgalı gelen rahmet kokuları vardır. Bu koku dalgalarına kalbinizi açıp hazır bulununuz.”[3] buyurmuştur.
Nefs-i mülhime eğer manevî terakkiye başlamış ve terbiye ve taatını artırmış, fakat arzu ve isteklerini terk etse de unutmamışssa mülhimedir. Arzu ve isteklerini unutmamış demek her ne kadar taatı ve terbiyesi artmışsa da içinde kötülük bulunan fiili icra etmek arzusu tamamen çıkmamış olan nefisdir. Meselâ sigarayı terk eden bir kimsenin seneler geçtiği halde o arzu içinden çıkmadığı gibi. Yani nefs-i mülhime sahibi terk ettiği bir fiili her ne kadar bırakmışsa da içinde hâlâ o arzu ve istek kalmış, daha unutmamıştır.
Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem Efendimiz buyurmuşlardır ki: "Dikkat edin vücutta bir et parçası vardır. O ıslah edildiği zaman bütün vücut salaha kavuşmuştur. O fesada uğradığı zaman bütün vücut fesada uğramış olur. O et parçası kalptir.”
[4]
Bu makamda sâlik mürşid-i kamile muhtaçtır ki onu karanlık şüphelerden kurtarıp nurlu ufuklara çıkarsın. Çünkü bu makamda sâlikin hâli zayıftır. Hakka gidemez ve "Celâl” ile "Cemâl”i ayırt edemez. Ancak bu makamda sâlik latîf, ruhanî, sâdık ve Allah (c.c)’na aşık olur. Ve onun kalbinde irfan nuru güneş gibi doğar; bu nur ruhuna kemâle erme müjdesini verip Allah (c.c)’na kavuşma rüzgarını estirir ve kalbindeki perdeleri kaldırıp nefsinin en büyük ve çirkin zevklerini yok eder. Çünkü bu makam ruhun güzel makamıdır. Ruh ise Allah’ı görmekten utangaçlık duyar. Fakat ruhun duyduğu şiddetli sevinçler Hakk’a kavuşmaya engel olmaktadır. Fakat nurlu perde ve onun sevinçleri beğenilmiştir ve faydalıdır. Çünkü utanma ve sevinme Allah’ın cemâlini ve O’na kavuşmayı arzulamaktır. Bu makamdaki sâlik Allah zikrine devam eder.
Arifin kalbinde hâlıkın hakîkati belirir. Ruhunda iman nuru zuhur eder ve onda ilâhî bilgiler doğar. Dünyanın aşağılık lezzetlerinden nefret edip ebedî hayatın devlet ve mutluluğuna şevkle, istekle sarılır. Fakat bu isimden istenen özelliklerin meydana gelmesi için zikrin gizli ve kuvvetli yapılması, nefeslerinin sesini işitip kelimelere kulak vererek zikre devam edilmesi lâzımdır.
Aşıklar ise, yakînen bilmişlerdir ki gözden düşmekten murad saygı ve hürmeti gerektiren makam ve şöhretlerden ayrılmaktır. Onlar şeriatın hududunu gözetirler. Ashâb-ı Kirâm’ın hareketlerine uyarlar. Evliyânın âdetleri ile yaşarlar. Halkın nazarında değersiz görünen işleri yaparlar. Bununla beraber bunlar mahbûbûn likâsının bütün engellerini kökünden söküp atarlar. Meselâ süslü ve kıymetli bir elbise giymek için çalışıp yorulmazlar. Ancak sıcak ve soğuğa karşı alelâda bir elbise ile yetinirler. Mahbûba yönelirler, gönülleri sohbette olur ve tefeyyüz ederler. O hasrete, yakınlığa kavuşmaktan lezzet alırlar. Ruhuna zevk ve lezzet verip arifler katında izzet rifat görüp mahbûbu yanında kadrü kıymet bulurlar. Bu makamda arif zaman zaman "Lâ ilâhe illAllah” ismi şerifine devam ettikçe gönlünden hikmet pınarları kaynar. Lisanından zülâl-i marifet cereyan eder.
Bu makamda sâlik latîf-i ruhânî ve âşık-ı rahmânî olur. Kalbinde irfan nurunu bulur. Ruhu kemal müjdesi bulmuş, kavuşma esintisi yüzünü okşamıştır. Kalbindeki perdeler teker teker açılıp, nefsinin kötü arzu ve emelleri zâil olup gitmiştir.
Bu makam ruh makamıdır. Ruh ise, görünmez. Ruh ile hazları toplamakta; onlar da onun yolunu tıkamaktadır. Lâkin nuranî perdeler ve lezzetler makbul ve faydalıdır. Zira onun talebi, cemâl-i müşâhadedir ve vuslat arzusudur. Zül ve iftikâr ile nimetlenir. Şevki galip oldukça sabır ve kararı kesilir. Bu makamda olan aşığın maşukuna şevki galip oldukça, ilâhîler ve nağmeleri dinledikçe mahbûbun şevkinden zevk ve kararı kalmaz. Dizginleri bırakır ve âra giriftâr olmaz. Elbisesini tebdil edip insanların itibarını bir habbeye almaz. Öyle hareket eder ki bir kimsenin yanında hiç kadrü kıymeti kalmaz. O âşık, bu hallerle mânevî lezzet bulur. Bu kendini gözden düşürmekle, doğru, yalancıdan ayrılır. Çünkü muhabbet davasında olan çok ise de sözü doğru olan az bulunur. Muhabbete doğru olan kalbinde mahbûbundan başka şey kalmayan, insanları unutan ve insanlarında unuttukları kimsedir. Muhabbetin bir şartı şudur ki muhib olan elbette mahbûbuna mûtî ve müştak olmalıdır.
Bu yüce makâma çıkmak ancak mahbûbun likâsını ve mâşukun cemâlini düşünmek, anmak, hatırlamak ve arzu etmekle olur. Bu makamda sâlike fenâ (yok olma) hâleti (manevî hâli) gelir. Vasat makama çıkıp nefsinin mutmain olmasına vesile olur.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir, onlara asla zulmedilmez.”
[5]
Safra hastalığına müptelâ olan kimse taâmın lezzetini tatmaktan mahrum olduğu gibi maraz-ı kalbîye dûçâr olan kimse de imân-ı hakîkî zevkini tatmaktan mahrum olacağından zevk-i ruhânîye nâil olması marâz-i kalbîsinin zâil olmasına mütevakkıftır. Bu sebeple tezkiye-i nefs zarurî olup, nefs müzekka olmadıkça o kimsenin imanında yakîn hali de pek güç olur. Nefs-i mutmainne olmadıkça mümin hakîkî imana ulaşamaz taklitte kalır. Bu hasta kalbin idrâkine akl-ı meâd, yani ahiret aklı olmak lâzımdır. Akl-ı maâş ise, ancak dünya işlerini müdriktir. Onun endişesi dünyadır. Maraz-ı kalbîsinin âfetini, tehlikesini idrak edip de ehemmiyet vermez, bu sebeple onun ıslahından gafil olup, evâmir-i ilâhîyeye imtisâlden, ibadet ve tâattan mahrum kalmış olur.
Hak yolu sâliki, nefs-i mülhime makamında iken şeytan yolunu kesmek için uygun kalıplardan ona girer. Zira bu sâlik adı geçen engelleri geçip bu makamdaki mârifet derecesine gelmiştir; bu desiselere aldanmaktan emin olmuştur. İşte bu ârife, o lâîn, sûret-i haktan gelip der ki: "Sen âlemde hâlleri biliyorsun, vahdet-i vücûdu da öğrendin. Bunun için Allah’tan başka mevcut yok dersin. Çünkü evvel, âhir, zâhir, bâtın nurunun parıltılarını bulmuşsun. Çünkü göklerin ve yerin nuru Allah’tır işaretini, nereye dönersen Allahu Teâlâ’yı bulursun müjdesiyle bilmişsin. Hepimiz Hakk’tan geldik, yine Hakk’a gideriz âyet-i kerîmedir. Başlangıcımız ve varışımız hep O’dur. Cennetlikler cennet için cehennemlikler cehennem içindir. Her hareket edenin hareketini Allah yaratır. Sizi Allah yarattı, siz ise biliyorsunuz buyurulmuştur. Bu rumuzu ancak senin gibi bildirdiği ârifler bilir. Bundan sonra sen niçin kendine zor ve çetin amellerle meşakkat verirsin? Bundan böyle senin çektiğin meşakkatler için, uygun olan, bu zâhir amellerde bulunan ibadet ve riyâzetlerinin hepsini ağyâr olan zâhir ehli için terk etmendir. Taklit sahiplerinin işleri ile meşgul olmayıp yalnız kalbine dönüp zevk ve şevk ile dolmandır. Önemli ve en lüzumlu olan murâkabe ve müşahede gibi kalp işleri ile lezzetlenmendir.”
Eğer ârif kalp ayağı sürçer, bu vesvese ve desiselere kulak verir ibadet ve mücahedeyi terk eder ve nefsin hevasına uyup giderse onun kalbi bilmediği yerden kararır ve şeytan da oraya yerleşir; sonra ona der ki: "Rabbin senin hakîkatindir ve sende O’nun hakîkatisin. Çünkü Allah, O işiticidir ve görücüdür.’ buyurmuştur. Dilediğini yap, çünkü O’na yaptığından sual olunmaz” kelâmıyla senin de sorumlu olmadığını duyurmuştur. İşte o zaman, tabiî, zulmet perdeleri onun basiretini öyle örter ki hiç görmez olur. Hırsızlık ve hıyânete başlar, çeşit çeşit haramları yer, itikadı bozulup Allah’tan korkmaz olur. Şeytanın öyle bir oyuncağı olur ki Rahman’ını bırakıp onu sever, ona ibadet eder. Tabiatı toprağına meyledip şeytanın sözüne uyan gafilin hâli budur. Eğer bu ârife Hakk’ın inâyeti erişip mücâhede üzere devam ederse onun nefs-i mutmainne olup yüksek himmetle bu makama gelir. İki dünya saadet ve rahatlığını bulup şeytanın aldatmasından emin olur.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
[6]
Yarından kıyamet günü kastedilmiştir. Çünkü Allah (c.c)’na göre dünya ve ahiret birer gün sayılmıştır. Ayette "Allah’tan korkma” emri tekrarlanarak tekit edilmiştir. Yahut birinci tekit amele taalluk eden vacipleri edâ hakkındadır. İkinci tekit ise haram olan şeyleri terketmek hakkındadır, buyurulmuştur.
Ebû Hureyre (r.a)’dan şöyle rivâyet olunmuştur: "Ben Rasûlullah sallallâhu aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğunu işittim: Allahu Teâlâ rahmetini yüz parça yaptı da, doksan dokuz parçasını kendi yanında tuttu, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün mahlûklar biribirlerine acırlar. Hattâ kısrak (yavrusunu emzirirken) dokunur korkusuyle bir ayağının tırnağını yukarı kaldırır.”
[7]
Eğer bir kâfir Allah Teâlâ hazretlerinin indindeki rahmetinin vüsatini bilmiş olsa idi, cennetten ümidini kesmezdi ve eğer bir mümin de Allah Teâlâ hazretlerinin indindeki azâb-ı ilâhîyyeyi bilmiş olsa idi cehennem azâbından emin olamazdı. Yani müminler daima iki kanat mesabesinde olan beynel havf ve recâda bulunmalıdır.
Mürid iki dünyanın da alâka ve menfaatlerinden kurtulup Hakk’a yönelip vasıl oluncaya kadar hiç inkıtaya uğramadan teskiye-i nefs ve tasfiye-i kalp ile seyr-i sülûk eden kimsedir.
Ey Sâlik! Bu makamda sâlike, bir kâmil velinin sohbeti müyesser olmadıysa onun için en önemli şey şeriata uyup ekmel-i kâmilîn rûhü’l-mürşidîn ve Habîb-i Rabbi’l-Âlemîn hazretlerinden gelen duâ ve virdler ile ve ona salâtu selâm ile nefsini tedavi edip, ebrar ile sohbet etsin. Ta ki istikametle nefs-i mutmainne olup, kemal makamını bulsun. Bu evrad, ezkâr ve sohbet-i ebrar, bu sâlike hatalar vâki olduğu zaman lâzımdır.
Eğer insan tehlikeye düşmeyip hayrı şerrine galip ise ve nefsi şeriat ve tarikatte vasat halde istikâmet üzere bulunursa daima geniş ve rahat olsun. Kalbi her an huzur ve sürûr ile dolsun. Mâsivâdan kaçınıp dâima huzurlu olsun. Perde arkasında kalmış ağyarın kötü sözlerine itibar etmeyip işine baksın. Münazara edenlerden yüz çevirip tarikate uygun refîk-i şefik bulsun. Bu makam iyilikle kötülüğü bulunduran makamdır.Çünkü Cenâb-ı Hak Kâdir-i Mutlak bu nefs için:
"Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki.”[8] buyurur.
Eğer bu nefs-i mülhimenin iyiliği kötülüğüne galip olursa yüksek makamlara doğru çıkar. Kötülüğü iyiliğine galip gelirse tabiat zindanına düşüp bedenin esfel-i sâfilîne girer. Mutmainneye çıkıncaya kadar nefsin arzularına muhâlefet edilmelidir. Zira o bu makamda iken aşağıya meyillidir, geri dönmeyi kollamaktadır. Hayrın şerre galebesinin alâmeti şudur ki: Bu sâlik bâtını îmânın hakîkati ile pûr nûr ve zahiri şeriat ile mamur olur. Kalbi her varlığın Allahu Teâlâ’nın muradına uygun olduğunu müşâhede eder. Kalıbı taat ile mu’tad olup bütün büyük günahlardan ve küçük günahların çoğundan sakınır. İnsanlar arasında ve yalnız yerde olmak ona tesir etmez. Böylesi sâlik Hakk’ın huzurundan gâfil olmaz. Şerrin hayra galebesinin alâmeti ise şudur: Nefsî arzularından sıyrılamayan sâlik şeriatle edeplenmezden önce kendinde hakîkat şuhûdu kuvvet bulursa vartaya düşer. Oldum zanneder, tâati terk edip günahlara dalar.
Ancak sâlik şeriat ile müeddeb olur da şuhûd-ı hakîkat kendinde galebe çalarsa, görür ki âlemdeki her varlığın ve kendinin yaptığı işler bile her an Hakk’ın murâdına uygun gelir. İşte o zaman şeriatın esrarından, hakîkat nurlarından haberdar olur.
İlk durumda iken salik bir kararda durmaz; bir mezhebe girmez; belki insanla hayvan arasındaki farkı bile bilmez; benlikten kurtulmaz ve nefsinin esiri olur. Ancak Hakk’a yönelir istiğfar’a müdâvim olursa ve şeriatın emirlerine sımsıkı sarılırsa hidâyeti ilâhîye yetişir ve bu vartadan biiznillah kurtulur. Aşk ve hararetle vecd ve hâle kavuşmakla kemâl makamını bulur. O zaman nefsinin meyl ve dönüşünden emin olur. Öyle ise bir kere basiretle bak ki, bu mukarrebler yolu ne güzel bir yoldur. Ne lezzetli hâlleri vardır. Sâliklerin makamları şaşılacak derecede yüksektir. Gönülleri hoş ve kayıtsızdır. Zira korku ve üzüntüden geçmişlerdir. Eğer zelil olsalar aziz onlardır, fakir iseler zengin onlardır. Sermayeleri zül ve iftikârdır. Meskenetleri yoksulluk, yaşamaları ise mütevazi olup alçak gönüllü kimselerdir.
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:
??
"…Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim…”[9]
Hülâsâ yalnız Kitap ve Sünnet ile amel, kurtuluşa sebeptir. Şeriat yolunda giden sonunda cennet konaklarına kavuşur. Kitap ve Sünnete uyan sonunda emniyet yeri olan Ravza-i Rıdvan’a girer. Bununla beraber verâset, ilm-i nübüvvet hazinesinin vârisi, hatemiyyet defînesinin hediyesidir.
Hasan Basrî hazretleri buyuruyor ki: "Bir gün Basra sokaklarında âbid bir genç ile dolaşırken ansızın bir tabibe rastladık. Bir kürsi üzerine oturmuş, etrafında erkek, kadın ve çocuklardan kalabalık bir cemaat var. Her biri kendi hastalığına yarayacak bir ilaç soruyordu. Yanımdaki genç irşad maksadı ile ileri geçerek : "Ey tabip! Yanınızda günah illetine uğrayanlara şifa verecek bir ilacınız var mı?” dedi. Hekimin kemâl-i hayretle elini başına koyup düşündüğünü gördük sonra içlerinden divânelerden biri: "Erenler biraz dinlerseniz o derdin devasını şöyle tarif edeyim: Tevbe kökünü, istiğfar yaprağı ve tevazu dalları ile karıştırıp gönül havanına koyarak, haya suyunu üzerine döküp, tevhid tokmağı ile güzelce dövmeli. İnsaf eleğinden geçirip göz yaşı ile hamur etmeli, aşk ateşi ile pişirip, muhabbet balından katarak, şükür kâsesine doldurup reca yelpazesiyle soğutup, hamd ve kanaat kaşığı ile gece gündüz yemeli. Günah illetine tutulanların devâsı budur” der. Allah ehli olan yanındaki cemaata dönerek:
"Ehl-i irfanım deye kimseyi tân etme sen
Defter-i irfâna sığmaz söz gelir divâneden” der.
Peygamber efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem hazretleri şöyle buyurmuşlardır: "Bir kimse aşırı sevgiden dolayı Cenâb-ı Hakk’ın likâsını(onakavuşmayı)severse,Cenâb-ıHakdaonun likâsını sever.”
[10]
Gönül Hakk’ın huzurunda bulunursa, hissler mamur ve mesrûr olur. Dünya konaklarını geçmek binekle, mâna konaklarını aşmak kalp iledir. Selim kalbin kıblesi Hüdâ’dır. Âdeti kazaya rızâdır.
Müminin kalbi ihsânı, havassın kalbi rızâyı, hassu’l-havassın kalbi ise, likâyı gözetir. Gönül bahçesinde mârifet güllerini ve çiçeklerini koklayıp vahdet bahçesini seyretmek ve aşk nâmelerini dinlemek her şeyden lezzetlidir.
Peygamber efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem buyuruyor ki: "Size lazım olan âlimlerle oturmak ve hikmet ehlinin sözünü dinlemektir. Şüphesiz Allahu Teâlâ ölü toprağı yağmur suyuyla dirilttiği gibi ölü kalbi de hikmet nuruyla ihya eder.”
[11]
[1] Şems Sûresi, Âyet 8
[2] Tecrid-i Sarih
[3] Müslim-Buhari
[4] Tecrid-i sarih Terc. cilt. 1,sayfa. 60, Hadis. No: 60
[5] Nahl Sûresi, Âyet 111
[6] Haşr Sûresi, Âyet 18
[7] Hadis Buhârî
[8] Şems Sûresi, Âyet 8
[9] Maide Sûresi, Âyet 3
[10] Hadis Müslim, Ramuz’ul ehadis, cilt. 2, sayfa. 327-11
[11] Râmuzu’l-Ehâdis, cilt. 1, sayfa. 371-14
Cevap: Nefs-i Mülhime ne demektir
Muhammed
Nefs-i mülhime nedir kısaca sözlük anlamı
Nefsin üçüncü mertebesidir.
Nefs-i Mülhime:
Ve nefse ve onu (güzel bir şekilde yaratıp) düzenleyene!
Sonra da ona (o kişiye) günahını ve takvasını (neyin isyan, neyin itaat olduğunu bildirerek) ilham edene (yemin olsun)!
(Ki) onu (o nefsini, günahlardan) temizleyen muhakkak kurtulmuştur!
Onu (isyanıyla) örten ise, mutlaka hüsrana uğramıştır! (Şems, 7-10)
Mülhime Nefis, ilham alan nefis yani Allah’ın (cc) sahibine ilim ihsan ettiği nefistir. İlham ise Allah (cc) tarafından kalbe gelen mana, sezgi, doğuş demektir.
Mülhime nefsin sıfatları; ilim, doğruluk, tevazu, gayret, cömertlik, sabır ve şükürdür. Bu nefis için, mü’minlerden âlim olanların nefsidir, denilmiştir.
Mülhime Nefis sahiplerinde ilim ve doğruluk gibi özellikler olmakla beraber; amellerinde ve ibadetlerinde ihlâs yani içten gelen bir sevgi ve bağlılık vardır. Mülhime nefis, azap ve kurtuluşun tam sınırında yer almıştır. Bu nedenle levvame nefse düşme tehlikesi de vardır.
(Mehmed Zahid Kotku- Nefsin Terbiyesi-Füyüzat-ı Rabbaniye- Gavsul Azam Abdülkadir Geylani)
Cevap: Nefs-i Mülhime ne demektir
@hmet
Kısaca nefsi mülhime nedir?
Kendisine ilham edilen nefis demektir.
mülhime ne demek, mulhime ne demek