Nefs-i Levvame Ne Demektir?
Fetva Meclisi
NEFS-İ LEVVÂME NEDİR?
Sözlükte "kınayıcı nefis" anlamına gelen nefs-i levvâme tasavvufta, kalbin nuru ile bir parça nurlanmış, o nur ölçüsünde uyanıklık kazanmış nefis demektir. Bir âyette şöyle buyrulmaktadır: "Hayır, daima kendini kınayan nefse and içerim." (Kıyame, 75/2). Bu nefis, kıyamet günü dünyada iken yaptığı kötülüklerden ve elindeki imkân ve fırsatları en iyi şekilde değerlendirmediğinden dolayı pişmanlık duyar. Levvâme sıfatını alan nefis, yaptığı kötü işlerin farkındadır, gafletten bir nebze sıyrılmıştır. Yeterince olgunlaşmadığı için kötülükleri işlemeye devam eder. Ancak bununla birlikte nefsini hesaba çeker ve yaptığı kötülüklerden tevbe eder. (M.C.)
Cevap: Nefs-İ Levvame Ne Demektir?
Ebu Ducane
NEFSİN MERTEBELERİ – NEFS-İ LEVVÂME
Hakk’ın emirlerine kısmen uyan; men ettiklerinden ise bazen kaçınan kaçınamadığında pişman olan; kendini zaman zaman kınayan ve levm eden nefistir. Bu mertebedeki nefis terbiyenin başlangıcını görmüş, tezkiyeden bir nasip almış ve şeriatın emirlerine itaat etmeyi istemiştir. Lâkin henüz kendine hâkim olabilme, kötü isteklerini tamamen reddedebilme arzusuna kavuşmamıştır. Öyle ise hasenatıyla mesrur, seyyiâtıyla mahzun olan nefistir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz).”
[1]
Nefs-i levvâmenin seyri illAllah (ancak Allah)tır. Âlemi, berzah âlemidir. Yeri, gönüldür. Hâli sevgidir. Dayanağı, tarikatın erkân ve usullerine uymaktan ibarettir. Sıfatları kınama, heves, halka itiraz, yalvarma, temenna, gizli riya, makam sevgisi ve şehvettir.
Emmâre nefsin bazı alışkanlıklarının kalıntıları yine bu nefiste vardır. Fakat bütün bu vasıflarla birlikte yine bu nefis hakkı hak, bâtılı bâtıl görür ve bilir ne var ki bu sıfatlarla huzursuzdur. Ne yapsın ki tamamen kendini bunlardan kurtarmaya gücü yetmiyor. Fakat şeriata karşı olan sevgisi fazla ve tarikata bağlılığı devamlıdır. Gündüzleri oruç tutmak, geceleri namaz kılmak ve sadaka vermek gibi salih amelleri vardır. Lâkin bu nefse ucûb ile gizli riya girer. Düşünceleri hatalıdır. Bu nefsin sahibi, insanların salih amellerini bilmesini ister. Amelleri insanlar için olmayıp, Allah için olsa da böyledir. İnsanlardan gizlese de amelleri için medh olunmayı ister. Bu arzudan da ikrah edip, rahat bulmaz. Onu tamamen kalbinden söküp atabilse, endişesiz, muhlis olurdu.
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”
[2]
Nefislerin tezkiyesi ile alâkalı cihad babındaki âyetler ve hadislerde açıkca görülüyor ki nefsin terbiyesi zarûrîdir. Ve çok mühim bir vazifedir. Zira nefis inat ve hiyânet kaynağı, şer ve cinâyet madeni, enfüs ve afâkta fitnelerin menşei, ale’l-ıtlak zulmün zuhurunun sebebidir. Ruh sultanı, akıl veziri ve kalp müftüsünün aralarında ittifak hasıl olsa nefsanî ve tâbi kuvvetlerden muhalefet ve şikak kalkar, gider.
Muhbir-i sâdık olan, Peygamber-i zişân sallallâhu aleyhi vesellem efendimiz hazretleri: "… şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurmuşlardır.
[3]
Cenâb-ı Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem efendimiz hazretleri diğer bir hadis-i şeriflerinde: "Gerçek mücahid nefs-i emâresiyle cihad eden kimsedir” buyurmuşlardır.
[4]
İbni Atâ demiştir ki: Nefsin cibilliyetinde su-i edep vardır. Hâlbuki kul edebe mülâzemet etmekle memurdur. Nefis, tabiatı icabı meydan-ı muhâlefette, Allah ve Rasûlünün emirlerine muhalefet etmekte burnunun dikine gider. Kul gücünün yettiği kadar kötü isteklerini reddetmeye çalışmalıdır; nefsinin dizginini bırakmamalıdır; aksi takdirde onun fesadında ortak olmuş olur.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
"Onun için sen bizi zikretmekten yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden yüz çevir.”
[5]
Hazret-i Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem efendimiz şöyle buyurmuşlardır: "Ümmetim için en çok korktuğum, nefislerinin hevâsına tâbi olmaları ve tûl-i emel peşine düşmeleridir.”
[6]
Ebu Hafs el-Haddad demiştir ki: "Bir kimse nefsini devamlı töhmet altında tutmaz, her halinde ona muhalefet etmez, bütün günlerinde onun hoşuna gitmeyen hayırları icra eylemezse aldanmışlardan olur.”
Nefis levvâme sıfatında olduğu sürece bazen galip olur, dediklerini yaptırır. Bazen de mağlup olur, sahibine söz geçiremez. Buna göre kabz ve bast, nefs-i levvâmeden kaynaklanır. Kalp sahibi kimse, kalbe ait vasıfların üzerinde bulunmasından dolayı nuranî bir hicab, nefis sahibi olan kimse de, nefse ait sıfatların bulunması dolayısıyla zulmanî bir hicab altındadır. Kalpten yükselip hicablardan kurtulduğu zaman, hiç bir hâl ona hükmedemez. İşte o zaman kabz ve bastın etkisinden sıyrılmış olur. Kişi kalpten yükselip nurânî hicabın varlığından kurtulduğu, kalp ve nefse ait hicablar olmaksızın kurbiyyet makamına erdiği zaman ne kabz, ne de bast hâline düşmez. Fenâ ve bekâ makamından vücûda döndüğü zaman nurânî varlık olan kalbe döner. O takdirde kabz ve bast da kendine dönmüş olur. Fenâ ve bekâ makamına erdiği zaman kabz ve bast yoktur.
Nefsi emmârenin Kibir, riya, gadab, haset, cimrilik, mal sevgisi, hubb-ı riyaset gibi yedi mezmûm sıfatı vardır. Cehennemin de yedi kapısı vardır: Cehennem, Lezâ, Hutame, Saîr, Sekar, Cahîm, Haviye. Kim nefsini bu kötü sıfatlardan temizlerse Cehennemin bu yedi kapısı ona kapanır. Ve Cennete girer.
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor :
"Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.”
[7]
Sebeb-i kâinat ve mefhâr-ı mevcudât peygamber sallallâhu aleyhi vesellem efendimiz hazretleri: "İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna, âlimler de helâk olmuşlardır, ilmiyle amel edenler müstesna, ilmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesnâ. Muhlis olanlar da büyük bir tehlike üzeredirler.”[8] buyurmuşlardır.
Günahkâr insanlar Cenâb-ı Hakk’a karşı dünyada vâki olan kusurları sebebiyle ilâhî adaletin gereği olarak ölümden sonra azap göreceklerdir. Müstehak olacakları bu ceza ise adâlet-i ilâhîyenin icâbâtındandır. Ancak bu cezadan müstesna olanlar İslâmî kaideleri ve şer’î hükümleri ulemadan öğrenmiş olan kimselerdir. Şu kadar var ki bunlar ilimleriyle amel etmedikleri müddetçe, meselâ namazın şartları ve erkânını öğrenip namaz kılmadıkça uhrevî azaptan yakalarını kurtaramazlar. Helâk olanların bir üçüncüsü de ihlâssız amel edenlerdir. Nefislerini tezkiyeye tâbi tutmayanların diğer bir deyişle kibir, hased, riya ve cimrilik gibi kötü huylardan temizlenmeyenlerin amel ve ibadeti, mukaddes ve münezzeh olan zat-ı ecellü a’lâ hazretlerinin kabulüne lâyık olmayacağından onlar da afv ve inâyet-i ilâhî yetişmedikçe azaptan kurtulamazlar. İlim, amel ve ihlâs gibi faziletleri şahsında cem eden havass-ı ümmet ise, şüphesiz azaptan kurtulmuş demektir.
Bunlar için bir endişe var ise yalnız azl ve nasb düşüncesidir. Azl, makamlarından uzaklaştırılma, nasb ise, bir makamdan başka bir makama tayin edilmesidir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"…Ey müminler! Hep birden Allah (c.c)’na tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz…”
[9]
Hazret-i Enes (r.a) der ki: "Allah’ın Rasûlü sallallâhu aleyhi vesellem: "Muhakkak ki şeytan hortumunu âdem oğlunun kalbi üzerine bırakır, eğer ademoğlu Allah’ı zikrederse, şeytan gerisin geriye çekilir, eğer Allah’ı unutursa şeytan onun kalbini istilâ eder.”
[10]
Hak yolun yolcusu, nefs-i levvâme makamında iken, şeytan onu yolundan çevirmek için gelir, ona yaptığı sâlih amellerini, iyi işlerini süslü gösterir; kalbine ucub getirir. İşte sâlik amel yolundan, ucub ile dolup, nefsini beğendikten sonra, şeytan ona suret-i Hakk’tan gelerek "İlimden maksat amel etmektir. Sen salih amelleri yapabiliyorsun. O halde ilim öğrenmene, alimlerle sohbet etmene, vaaz dinlemene hiç ihtiyacın kalmamıştır. O sana vaazü nasihat eden âlim, keşke kendi nefsine söz geçirip, öğüt alsa ve senin amelinin onda biri kadar amel yapsaydı, hakiki kurtuluşa ererdi” der. Böylece ucub kendine yerleşince, kendini büyük, başkalarını küçük görüp, insanlara sui zan eder. Sonunda kötü huylu olur ki kimseden bir nasihat kabul etmez. Aklına göre ibadet edip, cahillik karanlıklarında helâk olur. Sonra bu sâlike yine der ki: "Sana insanların hüsn-i zannı vardır. Amellerini işlerini iyi yap ki, sana uysunlar, bununla kat kat sevaplara kavuş.” Sâlik bu niyetle amelini güzelleştirirse illetli olur. Sonra bu laîn, sâlike der ki: "Sen ibadeti gizli yap. Çünkü Allahu Teâlâ gizli yapılan ameli kabul edip, seni sever. İnsanlar da ihlâsını öğrenip seni severler.” İşte sâlik bu söze uyar ve insanların kendisini sevmeleri arzusuyla, amelini gizlerse riyaya düşer de haberi olmaz. Şeytanın aldatma yolları çoktur. Elinden gelirse sâlikin amelini bozar. Bozamazsa kalbine o amelden efdâl bir amel getirir, fakat sâlikin o ameli yapacak kudreti yoktur. Lâkin ikinci ameli ona güzel, kolay gösterir. Böylece buna başlayıp, birinci amelden geri kalır. Ne var ki onu da tamamlayamaz. İkisinden de mahrum olur. Meselâ şeytan, sâlike der ki: "Sen Allahu Teâlâ’yı ve Rasulunu nasıl seviyorum diyebilirsin? Çünkü ne Kâbe’yi tavaf eder ne Ravza-i Mutahhara’yı ziyarete gidersin. Bu tembellik ve ihmal sevgi ile bağdaşamaz. Sana lâyık olan, Hakk’a tevekkül edip, Beytini hac ve Habib’ini ziyaret sevabını almandır.” Sâlik bu vesveseye kulak verir, azıksız, binek hayvanı olmaksızın, fakir olarak hacılar kafilesi ile Kâbe’ye doğru çıkarsa, yol zahmet ve yorgunluğundan bedeni gidemez hâle gelince evrad ve ezkârı kaçırıp kalbinde melâl bulunca şeytan ona der ki: "Nefsine haksızlık ve zorluk edip de yapamayacağın kadar yüklenme. Namazın kazaya kalsa da, Mekke’de kılarsın. Taassup yönüne gitme.” İşte bu sâlik, acizliğinden şeytanın bu sözüne uyarsa, farzları kılmakta da gevşek davranır. Açlığı ve susuzluğu bastırıp, ahlâkı kötüleşince, yine şeytan ona der ki: "Hak Teâlâ haccı zenginlere farz etmiştir. Senin gibi fakir o Beyt’e nasıl gider? Şüphe yoktur ki seni hac yoluna gönderen istek, ancak şeytanın vesvesesidir.” O zavallı, şeytanın bu sözünden üzülüp, pişman olur. Kazaya razı olmayıp, kalbi kararır, insanların gıybetini yapıp, ayıplama, saldırma ile ırzlarına dil uzatıp, onlara düşmanlık eder. Zira hac yolunda ona ne kimse sadaka verir, ne de iltifat edebilir. O halde kafileyi mahşer yerinin halkı gibi bulup, herkes kendi nefsinin kaygısında olduğundan, o, gıda, yiyecek içecek peşinde olup hac ve ziyaretten nasipsiz kalır. Bir pay olsa da bin belâ ile alır. Hâlbuki önceden memleketinde iken, gönlü rahat ahlâkı iyi idi. Halim selim idi. İnsanları kendine tercih eden cömert ve kerem sahibi idi. Hac yolunda başına gelen korkunç hâllerden ahlâkı kötü, göğsü dar olup, nefsi bahil, haris ve leim oldu. İşte bu sâlik hacca gitmekle kendi yolundan kalıp, başına bu kadar belâlar gelince, şeytan onun yolunu kesmekle arzusuna kavuşur. Hak Teâlâ’nın yardımı o sâlike erişir ve şeytanın bu tür hile ve aldatmalarından kurtulursa, şeriatın edepleri, tarîkatın usülleri ve yüksek himmetle sâlik olur, ilerler. Böylece nefs-i mülhime olup diğer makama kavuşur.
Peygamber-i zîşân efendimiz sallallâhu aleyhi vesellem : "Şeytan insanoğlunun kalbine icra-i nüfuz etmek için istîlâ eder. Lâkin kalp Cenâb-ı Allah’ı zikredince meyyûsen geri çekilir. Nisyan ederse, unutursa istîlâ eder ve onu etkisi altına alır”[11] buyurmuştur.
Hazret-i Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem efendimiz: "Allah’ım nefsime takvanı ver. Sen onun velisi ve mevlâsısın. O’nu temizle. Muhakkak ki sen, nefisleri temizleyenlerin en hayırlısısın”[12] buyurur.
"Ruh kalbe tevdi edilmiş güzel bir sıfat ve ahlâkın menbaı olan latîfe olduğu gibi nefis de kalıba tevdi edilmiş kötü sıfat ve ahlâkın kendinden kaynaklandığı bir latîfedir” denmiştir. Göz görme, kulak duyma, burun koklama, ağız tatma yeri olduğu gibi, nefis kötü sıfatların ruh da iyi ve güzel sıfatların mahallidir. Nefsin bütün ahlâk ve sıfatı iki kökten gelir. Birincisi hafiflik, diğeri de aç gözlülük ve ihtirasdır. Hafifliği cehâletinden, aç gözlülüğü de hırsından kaynaklanır. Hafifliği itibarı ile nefis düz bir satıhta yuvarlanan makaraya benzer. Yaratılışındaki ve fıtratındaki özelliğe göre hareket etmeye devam eder. Hırsı bakımından da kandilin ışığı etrafında dönen sonra da ateşin içerisine kendini atan kelebeğe benzer. Helâkına sebep olan ateşe doğru hücum etmeksizin kendisine yeterli, az bir ışıkla yetinmez. Hafifliğinden dolayı sabırsız ve acelecidir. Akıl, heva ve hevesi hükmü altına alır. Aç gözlülük ve ihtirastan da tama ve hırs meydana gelir. Bu iki vasıf tama ve hırs Hz. Havva Vâlidemiz ve Adem (a.s)’da ortaya çıkmıştır. Cennete tama etmiş ve yasaklanmış ağaçtan yemişlerdir.
Nefsin sıfatlarının asıl yaratılışından oluşan bir takım kökleri vardır. Çünkü o topraktan yaratılmıştır. Toprağında kendine has bir özelliği vardır. İnsanoğlundaki zaaf vasfının topraktan, buhl ve cimrilik sıfatının çamurdan, şehvet vasfının pişmiş çamurdan, cehaletinin de "salsal” diye tanımlanan cıvık balçıktan yaratıldığı söylenir. Bu vasıf pişmiş çamura ateş girmesi dolayısı ile, insanda şeytanî bir şeyi bulunduğunu gösterir. Aldatma, hile ve hased gibi kötülükler, şeytanın özü olan ateşin insanın yaratılışına kısmen girmesinden kaynaklanır.
Nefsin aslını, kaynağını ve fıtrî karekterini bilen kişi, ona karşı galebe etmenin yaratana sığınmak ve O’ndan yardım istemekle gerçekleşeceğini de bilir. Bir kul, yaratılışında mevcut olan hayvanî iştiyakları ilim ve adl ile eğitip yönlendirmedikçe insanlık derecesine eremez. Şu halde sâlik ifrat ve tefrite düşmeden itidali korumalıdır. Böylece kendindeki manevî hisler güçlenir, bünyesinde mevcut olan şeytanî vasıfları ve kötü ahlâkı anlar ve insanlığın mânâsını kavrar. Bu konuda nefsinin lehine olan şeylere razı olmayacak derecede kemâle erer.
Sonra insanın cesedinin içinde altmış adet "Emrâz-ı Bâtınî” vardır. Kibir, hased, riya, ucub, şirk-i hafî, bahillik, enâniyet, şehvânî arzu, dünya muhabbeti, hubb-ı riyâset, gibi. Bu mezmun sıfatlar insanın gönlünden istiğfar, zikrullah, nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi ile temizlenir. Ve en son bir kalpten hubb-ı riyâset arzusu çıkar. Ubûdiyyet, kul olduğunu bilip Allah (c.c)’na itaat etmektir. Rubûbiyyet Cenâb-ı Hakk’ın her zaman her yerde her mahluka muhtaç olduğu şeyleri vermesidir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Andolsun biz insanı, (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.”
[13]
Şurası bir gerçektir ki vecd ve hâl sahiplerinin hâlleri zevk ve vicdan denizinin derinliklerinde oluşan ve ancak vücûd, şuhûd ve yakîn menbaından zâhir olan öyle bir incidir ki akıl ve his dalgıçlarının ona el değdirmesi pek nâdirdir. Kılı kırk yaran akıllar bile onun kıymetini takdirden âcizdir. O halde bu şah incilerin seçilmişlerine sîne sadeflerinde can gibi korunmakta, bu çok değerli cevherler büyüklerin göğüs hazinelerinde saklı durmakta olduğu gün gibi aşikârdır. Her marifet yolcusunun bu engin denize lâyık, her muhabbet tâlibinin bu değeri biçilmeyen yakuta erişmeye muvafık olmadığı bellidir.
Mülk ve melekûtun yegâne sahibi olan şanı yüce Allah kullarına hitaben: "Ey kulum senin hayatın ve ölümün, yükselmen ve düşmen, genişlik ve sıkıntın, sıhhat ve afiyetin velhâsıl her nefesin benim kudret elimde olduğu hâlde, yasaklamış olduğum bir fiili ne cesaretle işledin, saadetinin düşmanı olan mel’ûn şeytanın oyununa ram oldun? Ey kulum beni görmez, bilmez mi zannettin? Yahut kendin gibi aciz bir kula karşı gerekli gördüğün haya ve hürmeti bana karşı lüzumsuz mu sandın?” buyuracağı esnada acaba ne gibi bir cevap hazırlanacaktır? Hangi bir filozofun zekâsından hangi bir avukatın kesret-i ma’lûmat ve bilgisinden istifade edilecektir? Heyhât, heyhât…
Şunu da ilâve edelim ki, konuşma esnasında cürüm ve hatalarını itiraf ile beraber azarlama ve infiâlden kurtulmak için "Allah gafûrdur” diyen bir takım lâubalîler muhakkak bilsinler ki kendilerini aldatmış olurlar.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Şu da muhakkak ki ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra doğru yolda giden kimseyi bağışlarım.”
[14]
Yasak ve günahlarda ısrar edenler hakkında böyle bir müjde sâdır olması şöyle dursun, aksine Kur’an-ı Celîl hükmüyle Allahu Teâlâ:
"Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.”
[15]
Hak Teâlâ hazretlerinin esmâ ve sıfatlarına itikat etmek her mümin için farz-ı ayndır. Meselâ "Gaffar” bağışlayıcı ismi şerîfine güvenerek amel ve ibâdet mecburiyetini lüzumsuz görenlerin "Rezzak” rızık verici ismine güvenerek de dünyevî maişetlerini temin etmek hususunda çalışıp gayret göstermeyi zaid görmeleri gerekir. Birine itikat edip diğerine itimat etmemek mantık ve hikmet cihetinden saygıya lâyık olamaz. Şeriat ve akıl bakımından da sahih bir itikada yaklaşamaz. Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd cümlemize tam bir akıl ihsan buyursun. Vukûu muhakkak olan ahiret yolculuğunu unutmak isteyenlerden ve geri kalan bir saati bile meçhul olan dünya hayatını mahbûb ve maşuk kabul eden güruhundan eylemesin. ÂMİN
[1] Kıyamet Sûresi, Âyet 2
[2] Şems Sûresi, Âyet 9-10
[3] Beyhâkî
[4] Tirmizî, Ahmed bin Hanbel, Ramuzu’l-Ehâdis, cilt.1, sayfa. 233-4
[5] Necm Sûresi, Âyet 29
[6] İbni Adiy, Cabir (r.a)’dan rivâyet olunmuştur
[7] Âl- İmran Sûresi, Âyet 102
[8] Aclûnî, Keşfu’l- Hafâ
[9] Nur Sûresi, Âyet 31
[10] Ramuz el-Hadis, c.1, s.102-9
[11] Taberânî, Câmiu’s-Sağir
[12] Sahih-i Müslim, cilt. 3, sayfa. 2088, Hadis. no 2722
[13] Hicr Sûresi, Âyet 26
[14] Tâhâ Sûresi, Âyet 82
[15] Lokman Sûresi, Âyet 33
Cevap: Nefs-İ Levvame Ne Demektir?
Muhammed
NEFS-İ LEVVÂME nedir kısaca sözlük anlamı hakkında bilgiler
nefsi levvame nedir, levvame ne demek, levvame nedir