Halife nedir ayette anlatılmak istenen?

Halife nedir ayette anlatılmak istenen?

Psikojenez
Merhaba ben Murat,
Bir zamanlar Rabb’in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti.
Halife nedir burada?
Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?yani neden böyle düşündüler?halifeler böyle midir?

Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler.

Tesbih ve takdis derken?
(Rabb’in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.
Bunu neden demiş Allah?
Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti,
İsim derken nelerin ismi?


Cevap: Halife nedir ayette anlatılmak istenen?

muamma
Rabbimin ayetini açıklamaya çalışmak haddim değil ama en azından anladığımı yazmak istedim 🙂

Halife yönetici demek burada sanırım insan olarak kullanılmış. Yani Hz. Adem. Kan dökecek birisi derken de günümüzdeki savaşları ve bugüne kadar olan savaşları düşünürsek bu gayet açık.
Tesbih ve takdis derken; Allah’ı hamd etmek,O’nu övmek ve anmak
< (Rabb’in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.
Bunu neden demiş Allah?
>

Gayet açık Allahu Teala Alim(herşeyi hakkıyla bilen)dir.


Yanıt: Halife nedir ayette anlatılmak istenen?

Psikojenez
Çok teşekkür ederim,saolun.Bir sorum daha var.Bilen bir kişiye ihtiyacım var ama bu sefer.Tefsirle alakalı çünkü.
30- Bir zamanlar Rabb’in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler. (Rabb’in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.
31- Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: "Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin." dedi.
32- Dediler ki: "Yücesin sen (ya Rab!). Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakîmsin".
33- (Allah): "Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver." dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): "Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim" dememiş miydim?" dedi.
34- Ve o zaman meleklere: "Âdem’e secde edin!" dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.
35- Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz."
36- Bunun üzerine şeytan onları(n ayağını) oradan kaydırdı, içinde bulundukları (cennet yurdu)ndan çıkardı. Biz de: "Birbi
rinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir nasib vardır." dedik. 37- Derken Âdem Rabb’ından birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.
38- Onlara dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Size benim tarafımdan bir hidayet rehberi geldiğinde, kim o hidayetçimin izinde giderse, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
39- İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennem ehlidirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır.
30-Burada hitap yine önce Resulullah’a yöneltilmiştir. Demek kıssanın içyüzünü hakkıyla o anlayacak ve izinli olduğu kadar da o anlatacaktır. Bununla beraber buna, her ferde ait genel hitap neşesi de verilmiştir. Demek ki bunda açık bir genel istifade de vardır. Ve her ferdin bunu nefsinde anlaması ve tatbik etmesi istenir. Bunda açık olarak Allah’ın yardımı, kaza ve kader, Allah katında Âdem’in kıymetinin başlangıcı, beşerî üremenin başlangıcı, din, ilim ve dilin başlangıcı, vazife ve kardeşliğin başlangıcı, sosyolojinin başlangıcı, hukukun başlangıcı vardır. Beşerî üremenin; ilk din, ilim ve dil devrinden itibar edilmesi ve son beşeriyetin bu başlangıca dayanmasının gereği ve insanlığın mahiyetinin tarifinde bunların zatî bir kıymeti bulunduğu, fakat günah ve isyanın, hasımlık ve düşmanlığın zatî ve yaratılıştan olmayıp, geçici ve dış telkinlerin eseri olduğu anlatılıyor. Bu şekilde hıristiyanların "aslî günah" (peşe orijinal) inançlarının doğru olmadığını; şeytanın mahiyetinin, insana ait mahiyetten başka bir şey olduğu ve bu ikisi arasında eski bir düşmanlık bulunduğu; şeytanın bu düşmanlıktan ayrılmayacağı, fakat insanlığın buna karşı kendine, kendi yaratılışına sahip olarak nefsini ve türünü muhafaza ve müdafaa edebileceği ve o zaman beşerî saadetin en yüksek sınırını bulacağı ve bu hususta tevbenin kıymeti anlatılıyor. Beşerî üremenin başlangıcında terbiye kanununun cereyanı, yeryüzünde insanlık türünün ezelî ve eski olmayıp, sonradan ağır ağır meydana geldiği, yani bugünkü beşer türünün ezelî olmadığı ve bugünkü üreme kanununun başlangıçta mevcut olmayıp, yeryüzünün bir olgun devresinden sonra bizzat olağanüstü bir yaratma olayı ile başladığı ve şu halde tabiatın ezelî olduğuna dair görüşün doğru olmadığı ve gerçekte yeryüzünün ateş devrinde Pastör nazariyesinin cereyan etmesine imkan olmayacağından, bugün kanun olan üremenin başlangıçta olağanüstü bir olayla sonuçlanacağı ve Zooloji ilminde teselsül (zincirleme gitme)ün batıl olması ve yeryüzünün hâdis (sonradan olma) olması esasından dolayı, başlangıçta kabulü zorunlu görülen tekevvün bizatihi (kendi kendine olma) görünüşünün de ifadesini düzeltmesi gerekeceği, çünkü başlangıçta kanun üstü böyle bir olay zaruri ise de bunun kendi kendine olmayıp yaratma ve Allah’ın var etmesi eseri olduğu ve gerçekte böyle olmazsa ya ilim ve fenni kökünden yıkacak olan illet (neden)siz, sebepsiz kendi kendine olan bir hadise kabul edilmesi veya şimdiki üreme kanununun ve bunun cereyan ettiği yer küresinin sonradan olma olmayıp, sonsuz şekilde ezelî ve ebedî olmalarının tercih edilmesi gerekeceği, halbuki ilim ve fen nazarında arzın yaratılmışlığı ve sonradan oluşu kuvvetli deliller ile zorunlu olarak sabit bulunduğu ve sonuç olarak yeni felsefelerin ilim ve ahlâk bakımından insan yaratılışındaki cereyanını isbata çalıştıkları, veraset kanununu (soya çekimi)n az çok bir esası içerdiği ve fakat bunun da soya çekim şekliyle değil, hilâfet (sonra gelme) şekliyle düşünülmesi gerektiği, yani her intikal (babadan oğula geçme) de Allah Teâlâ’nın bizzat bir yaratma ve tesirinin gözetilmesi gerektiği ilim ehline hatırlatılmış bulunuyor.

Burada açıklanmış olan ayeti(30-tefsirini)açıklar mısınız?hiç bir şey anlamadım.Diyor ki hitap neşesi,fln filan açıklayın lüfen,çok istiyorum,yoksa başkasına sorucam…


Soru: Halife nedir ayette anlatılmak istenen?

Psikojenez
Her kelimesini açıklamanızı çok istiyorum lütfen,çünkü hiçbirini anlmadım.:S:D


Desert Rose
Bakara suresi, ayet 30- "Bir zamanlar Rabb’in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler. (Rabb’in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi."

İşte bütün melekler yeryüzünde hilafetle ilgili böyle bir ezelî takdirin kendilerine tebliği üzerine ilâhî hitab karşısında "orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" diye maruzat (sunuş)ta bulundular. Cevap olarak Rabbın:

"Şüphesiz ben sizin bilemiyeceklerinizi bilirim." buyurdu. Şüphe yok ki mutlak bir şekilde düşünüldüğü zaman bunun böyle olduğunu ve ilâhî ilmin kendilerinden çok fazla ve yüksek olduğunu melekler bilirlerdi. Öyle iken inkâr makamında te’kit ifade eden ile kuvvetlendirerek Cenab-ı Allah’ın bunu tekrar hatırlatması gösterir ki ilâhî istek, bu genellik içinde bir özeli, yani istihlâf (birini yerine geçirme) meselesini, hedef almaktadır ki, meleklere gizli kalan ve şer ihtimali karşısında şaşma ve uzak görme ve özellik arzetme ile söz söylemelerine sebep olan da bu idi.

Şu halde mânânın sevki, "Hilafetin hikmet ve sebepleri ve ona layık olma meselesi hakkında bilmediğiniz yönler var. Ben sizin bilmediğiniz bir çok şeyleri bildiğim gibi, bunu da bilirim." demek olur. Ve bununla cevabın soruya her yönden uygun olması için, bu bapta yalnız meleğe has hasletlerin yetersizliğine ve talebin caiz olmadığına da -dolayısıyle- işaret buyurulmuştur. Burada hikmetine de tenbih vardır.

Kuran’ı Kerim tesviri Elmalılı Hamdi Yazır


Psikojenez
:(sizin konuşmalarınızdan hiç bir şey anlamıyorum üzgünüm,yanlış anlamayın.ben 15 yaşındayım ve sizin sözleriniz bnm kelime dağarcığımda yok.Arzetmek fln filan.Eski türkçe mi ne bu?anlamadım.Lütfen daha modern(yanlış anlamayın)ve basit konuşur musunuz?:Dsalakda değilim,bunuda hatırlatıyım.:D

vay beeeeeee!bir daha okudumda,çoğunu anlamadım cümlelerin.yanlış anlamayın.ama daha basit konuşun.Akıl seviyeme göre.


mumsema
Aşağıdaki Baka Süresi 30. ayetin tefsiri, Ali Sağir hocanın "Besairul Kur’an" adlı tefsirden alıntı yaptım.
Halk diliyle yazılmış son dönemin güzel tefsirlerindendir.
_____________________________

Bakara Süresi 30:
"Hatırla ki, Rabbin meleklere şöyle demişti. "Muhakkak ki ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım." Melekler dediler ki: Ya Rab! Sen orada demek kan dökecek, bozgunculuk yapacak bir varlık mı yaratacaksın? Halbuki biz seni hamdinle tesbih ve noksan sıfatlardan tenzih edip duruyoruz. Hayır! Öyle değil mesele! İş sizin bildiğiniz gibi değil! Siz bilmiyorsunuz! Ben biliyorum!"

Hatırlayalım, bilelim ve bu konuda bilgi sahibi olalım diye Rab-bimiz bu konuyu gündeme getiriyor. Burada bir insan problemi çözülecek. Burada bir insan problemine muttali kılınacağız. Ama dikkat ederseniz bu problemin çözümü Rab’le başlıyor. İnsan ve yaratılışı Rable gündeme geliyor. İnsan ve yaratılışı konusunda Rabbi devreden çıkaramayız. İnsanı Rable birlik tanımak, Rable birlik düşünmek mecburiyetindeyiz. Yâni eğer insanı tanımak istiyorsanız, insanla ilgili problemleri çözmek istiyorsanız, insan denen bu varlığı mutlu etmek istiyorsanız Rabsiz yapamazsınız bunu. Çünkü eğer bu işin başlangıcında Rab varsa, hayatın başlangıcında ve de hayatın devamında Rab varsa, ölümünde Rab varsa, ölüm ötesinde de Rab varsa bu insanı tanımada ve bu insanla alâkalı problemlerin çözümünde mutlaka bu Rabbin varlığı da gündeme gelecektir. Evet insanı var eden bir Rab var, sonra bir de melekler var. Bu iki varlığın ikisi de bizim dışımızdadır.

Bakın insanı var eden Rabbimiz der ki meleklere:

"Muhakkak ki ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım."

Kur’an’ı okurken, Kur’an’ı anlarken bunun Allah sözü olduğunu asla unutmamalıyız. Kur’an’ı kesinlikle insan sözü gibi anlamaya çalışmamalıyız. Bu konudaki orijinal örneklerden birisi işte buradadır. Önce bu bölümle alâkalı bir özet sunalım inşAllah.

Sanki biz gibi, beşer sözü gibi -hâşâ- Allah melekleri karşısına alıyor: E! Meleklerim ne dersiniz? Ben bir halîfe yaratmak isterim! Ne yaparsınız? Ne dersiniz? Fikriniz nedir bu konuda? Onlar da: A!! Ne o ya Rabbi? Halîfe filan dedin. Bugüne kadar böyle bir şey duymamıştık! Ne o? Nasıl bir şey? Meleklerim! İşte kan dökecek, fesat çıkaracak özellikleri yanında, yâni esfel-i safilin özellikleri yanında, ahsen-i takvim özellikleri de olan bir varlık. Yâni iman edecek, sabredecek, ci-had edecek, canını verecek, oruç tutacak, kulluk yapacak bir varlık. Eh tamam Ya Rabbi bu ikinci özelliklerini anladık da, ama bu birinci özellikleri de ne olacak? Ne olacak bu? Böyle bir şey sana yakışmaz! Ne lüzum vardı buna? Demişler gibi anlatılıyor. Sanki böyle anlaşılıyor gibi.

Ama hani Allah sözünü insan sözü gibi anlamaya çalışmayacağız demiştik ya. Sözü Allah söylediğine göre şöyle de anlaşılır diyo-rum:

Şu anda birisi zile bassa ve ben o anda sizlere dönüp: "Hasan geldi!" desem. Ama bunu size haber veren ben,öyle güçlü birisi olsam ki; bu güç yeryüzünde hiç kimsede bulunmasa. Hasan geldi sözünü söylerken hemen otomatikman Hasan’ın kimliğini de size aktarabilecek biri olsam. Yâni Hasan geldi sözüyle Hasan’ın kim olduğunu? Ba-basını, sülalesini, yedi ceddini, künhünü, barsağını, ciğerini, nereli olduğunu, niye geldiğini, nereden geldiğini size anlatabilsem ve hemen siz bütün bunları bilebilseniz. Ama bende bu güç yoktur. Bunu yapabilen ancak Allah’tır.

Bakın burada bu sözü söyleyen Allah’tır. Allah meleklerine: Ben yeryüzünde halîfe yaratacağım! Buyurduğu anda melekler kimin geldiğini? Kimin geleceğini? Bu gelenin ne yapacağını? Ne olacağını? Ve ne gibi özelliklere sahip olacağını hemen bilebilirler. Çünkü Allah’ın böyle bir cümleyle onlara her şeyi anlatabileceğini biliyoruz. Yâ-ni böyle Allah’ça bir söz, olmayan bir şeyi oldurucu biçimde söz söylemek ancak Allah’a aittir. Bunun bir tane örneğini yaşadık yeryüzün-de: Rasulullah Efendimiz okur yazar değildi de: "Oku!" Dedi Allah, O oku deyince hemen Allah’ın Rasûlü okur oluverdi. Tekvînî irade diyo-ruz buna. Olmayan şeyin var edilmesi biçiminde, olmayan şeyin var kılınması biçiminde bir harekettir veya bir sözdür.

Ol! Dedi mi Allah, hemen anında oluverecektir. İşte böyle Ce-nab-ı Hak: "Ben halîfe yaratacağım!" Dedi mi melekler onun baştan sona ne olduğunu? İnsan olduğunu ve halîfe olarak yaratılacak bu insanın hangi özellikler sahibi olduğunu hemen anlayabilirler.

Peki acaba birinci şekilde anlamak caiz mi? Bu konuda diyo-ruz ki, Kur’an’ın anlatım modeline göre bu caizdir, ama Allah’a caiz değildir. Bu yöntem Cenab-ı Hakkın meseleyi bir diyalog yoluyla anlatma yöntemidir. Bu tür anlatım daha kolay, daha kestirme yoldan kavratmayı sağlayan bir anlatımdır. Bu yöntemi Kur’an’ın başka yerlerinde de görüyoruz: Meselâ cansız varlıklarla tıpkı buna benzer bir diyalogdan bahseder Fussilet sûresi:

"Sonra duman halinde bulunan semaya yöneldi Allah ona ve yeryüzüne: İsteyerek veya istemeyerek gelin! Dedi. Onlar da: İsteyerek geldik! dediler."

(Fussilet: 11)

Burada da böyle meleklerle bir diyalogdan söz ediliyor. Şimdi acaba bu diyalogu nasıl anlayacağız? Acaba gerçekten Allah bu halîfe yaratma konusunda meleklerle istişare mi ediyordu? Bu konuyu onlara danışıyor muydu? Yoksa bu halîfe yaratma konusunu onlara haber vermek miydi bu diyalogun mânâsı? Sorunun birinci şıkkını reddetmek gerektiğine inanıyoruz. Çünkü istişare, danışmak bilgi eksikliğinden kaynaklanır. Allah için böyle bir şey caiz değildir. Yok eğer bu diyalogun maksadı Adem’i yaratmak istediğini meleklere haber vermekse o zaman meleklerin buna itirazını nasıl anlayacağız? Çün-kü biz meleklerin Allah’a itiraz haklarının olmadığını Kur’an’dan öğre-niyoruz:

"Allah kendilerine ne emrettiyse O’na isyan etmezler. Emredildikleri şeyi yaparlar."

(Tahrîm: 6)

Öyleyse mesele verilen bir haber karşısında sadece bir soru sormakla sınırlıdır. Meleklerin, mahiyetini anlayamadıkları bir haber karşısında sordukları bu soruyu illa da itiraz şeklinde anlamamak lâzımdır. Haberin yapısından kaynaklanan, hikmetin sırrını öğrenmek kastıyla sorulmuş bir soruydu bu. Bunlar halîfe denince yaratılacak bu varlığa Allah tarafından bazı güçler verileceğini, bu varlığın bazı özelliklerle donatılacağını anladılar. Fakat böyle iradeli bir varlığın evrenin zorunlu kanunlarla yönetilen düzenine nasıl uyum sağlayacağını anlayamadılar. Kâinatta her şey itirazsız kulluk ilkesine dayanıyordu. Tüm varlıklar iradesizdi. Meleklerin kendileri de. Ama anlayamıyorlardı, yeni bir varlık geliyordu ve bu varlık tüm diğer varlıklara göre iradeli, itiraz edebilme, reddedebilme, karşı gelebilme, kafa tutabilme özelliğinde yaratılacak bir varlıktı.

İşte nasıl olacaktı bu iş? İradesiz binlerce varlık içinde iradeli bir varlık. Allah yeryüzünde kendi istediği şekilde hayat sürecek bir varlık yaratmayı murad ediyor, ama halîfe olma özelliğinde yaratılan bu insanın bu özelliğinin yanı başında bir başka özelliği daha vardı. Bu insan ya halîfeliği seçecekti, ya da kan dökücülüğü ve bozgunculuğu. Yâni bu insan hem Allah’ın istediği bir hayat tarzını tercih edebilecek, hem de kendi isteyip de Allah’ın istemediği bir yaşam biçimini de tercih edebilecek ve yeryüzünde kan döküp bozgunculuk yapabilecekti. Bu halîfe tabirinin içinde hem Allah’ın istediği biçimde bir hayat sürebilen, hem de kan dökebilen, yan çizebilen anlamları vardı. İşte görüyoruz bugün Allah’ın istediği imanı yaşayanlar da, Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayan kâfirler de mevcuttur.

Melekler hem bunu anlamak için, hem de bu görev için kendilerinin daha müsait olduklarını gündeme getirmek için diyorlardı ki: "Ya Rabbi biz seni tesbih edip duruyoruz. Ya Rab! Biz senin emirlerini boyun eğerek, itaat ederek ve isteyerek yerine getiriyoruz. Bütün evreni temiz ve düzgün bir biçimde muhafaza ediyoruz. Seni hamd ile tesbih ve takdis ediyoruz. Bu nedenle niçin böyle bir halîfeye gerek duyduğunu anlayamıyoruz! Diyorlardı. Meleklerin ilimleri kıttı. Onlar hilafet görevi denince bunun altında yatan maksadın sadece tesbih ve takdis olduğunu, sadece ibâdet olduğunu anlıyorlardı. Halbuki Allah’ın kendilerine haber verdiği bu hilafetin fonksiyonu sadece tesbih ve takdisle sınırlı değildi. Hilafet; tesbih ve takdisle beraber Allah’ın yasalarından ve nizamından kaynaklanan ustaca idare esasına göre evreni idare etmek demekti.

Yâni idareye, korunmaya ve tedbire muhtaç olan yeryüzündeki sosyal hayatı Allah’ın belirlediği sistemin ilkelerine göre idare etmekti hilafet. İşte halîfe olarak yaratılan insan Allah’ın kendisine bahşettiği bu güçle, bu bilgiyle etrafını kuşatan varlıkları tanıyabilecek ve yine Allah’ın kendisine verdiği akıl gücüyle iyilik ve kötülüğü, salah ve fesadı kavrayabilecek, karşılaştığı olayları birbirleriyle kıyas ederek hayatın problemlerine çözümler getirebilecekti. İşte melekler bunu anlayamadıklarından bu işin hikmetinden sual ediyorlardı.

Burada bu diyalogla şunu da anlıyoruz ki; insana Allah tarafından verilen bu özellikler övünme vesilesi yapılacak, diğer varlıklara karşı üstünlük taslanacak şeyler değil; aksine insana insanın sorumluluklarını hatırlatan şeylerdir. Verilen şeylerin büyüklüğü, görevin de o nispette büyüklüğünü gösterir. İnsana verilen bu irade, bu güç, bu bilgi, bu akıl ve enerji mahza emanettir. Allah’ın emanetidir bunlar. İnsan Allah tarafından kendisine emaneten verilen bu gücü, bu enerjiyi, bu aklı dondurmak, dumura uğratmak, kullanmamak hakkına sahip değildir. Bunları hayata hiç bir şey kazandırmayacak ve hayatı bir adım daha ileri götürmeyecek boş şeylerde kullanamaz. Bu düşünce insanı bencillik ve bireysellikten kurtaracak, artık o yalnız kendini düşünen, kendi hayatını yaşayan birisi olmadığını, başkalarını da düşünmek zorunda olduğunu anlayacaktır. İşte bu diyalogdan bunları anlıyoruz. Allah bu çok önemli konu daha kolay anlaşılsın diye meseleyi bize böyle bir diyalogla anlatmıştır diyoruz. Yâni hayatın, varlığın esas gâyesini teşkil eden bu çok önemli konunun zihinlere kazınması ve hiçbir zaman unutulmaması için böyle bir diyalog anlatım tercih edilmiş anlıyoruz.

Meselâ Hz. Yusuf’un Aleyhisselâm zindandaki hayatının sona ermesi dönemini içeren Yusuf sûresinin son bölümü buna en güzel örnektir. Hani rüya görüyordu ya kral, yedi başak, yedi inek filan rüyasını bildiniz. Adam dedi ki, o zindan arkadaşı Yusuf’u ve onun durumunu hatırladı da dedi ki: "Beni gönderin de ben bunun cevabını bulup getireyim size!" Hayrola! Dediler kimden bulup getireceksin bunun cevabını? Kimden öğreneceksin? Nereden bulacaksın? Dediler. Ama bu bölüm yoktur Kur’an’da. Bu bölüm atlanmıştır. Adam burada zindanı anlattı, Yusuf’u anlattı, başından geçen rüya ile ilgili Yusuf’un tabirinin aynen çıktığını anlattı. Yusuf’un bu konudaki durumunu anlattı, konuştular, istişare ettiler, onu zindana gönderdiler, zindana gitti adam, Yusuf’u orada buldu ve onunla konuşarak durumu ona anlattı. Ama dikkat ederseniz bu bölümler yoktur Kur’an’da tabii. Bu Kur’an’ın bir anlatım özelliğidir diyoruz.

İşte aynen bunun gibi Allah burada da meleklerle böyle bir teatide bulunuyor dersek, Allah için bu olmuyor, yakışmıyor yâni. Allah için böyle melekleriyle bir istişarede bulunma, böyle bir düşünce bize gerçekten yavan geliyor, olmuyor, hiç yakışık almıyor yâni. Peki neden yakışmıyor? Allah dediyse demiştir. Bak dediğini söylüyor âyette. Denirse, ha! Buradan şunu anlıyoruz: Allah burada bize en bildiğiniz konularda bile istişareden kaçınmamamızı öğretiyor. Yâni di-yor ki: Kullarım! En bildiğiniz konu bile olsa istişare edin. Bakın Ben en bilenim. Melekler bilemediler, şaşırdılar, ama Ben, yine Ben bilirim! Dedim. Öyleyse sizler istişare edin! Diyor bize. Öyleyse biz de istişare edeceğiz. Anlayabildiğimiz kadarıyla böyle bir yol gösteriş var burada.

Meselâ Kur’an’ın başka bir yerinde bize kitabı göndermesinin sebebini şöyle anlatıyor Allah:

"(Onu size indirmemiz) Doğrusu bizden önceki iki taifeye kitap indirildi de biz onun dirasetinden gafildik demeyesiniz içindir."

(En’âm 156)

Dikkat ediyor musunuz? Allah bize bu elimdeki kitabı indirişinin sebebini anlatıyor. Yarın sizden şöyle bir itiraz gelmesin diye: Ya Rabbi sen bizden önceki iki taifeye, yâni yahudi ve hıristiyanlara kitap indirdin, ama bize indirmedin. Eğer bize de bir kitap gönderseydin biz de sana kulluk yapardık diye sizden yarın bir itiraz gelmesin diye bu kitabı size indiriyorum diyor. Yâni dilim varmıyor demeye ama tabiri caizse Allah kendini garantiye alıyor. Kendisini töhmet makamında bulundurmuyor. Halbuki kimse buna cesaret edemezken, hiç kimse bu konuda onu töhmet altında tutamazken, hiç kimse bu konuda ona itiraz etme imkânına sahip değilken böyle diyor Rabbimiz. Tabi bu bize bir yol gösteriştir diyoruz. Yâni ben bile bu kitap konusunda böyle yaparken sizin bu haliniz nedir? Yarın çocuklarınızdan, hanımlarınızdan, komşularınızdan:

Ya Rabbi babamızdı! Ya Rabbi kocamızdı! Ya Rabbi komşumuzdu! Kendisi biliyordu kitabı, okuyordu; ama biz onun dirasetinden gafildik, bize duyurmadı, bize anlatmadı diye gelebilecek itirazlar karşısında ne yapacaksınız? Bakın ben bile kimse beni hesaba çekemeyecek iken yarın insanlardan böyle bir itiraz gelmesin diye kendimi garantiye alıp size kitap gönderiyorum. İnsanlara karşı sorumluluğunuzu yerine getirmez, onlara bu kitabın âyetlerini ulaştırmazsanız yarın siz ne yapacaksınız diyor sanki Rabbimiz. İşte burada da durum aynen böyledir. Burada da ben bile istişare konusunda böyle iken siz ne yapıyorsunuz? Diyerek bize bu konuda yol gösteriyor Allah.

Şimdi burada, bu diyalogda üzerinde durulan bir mesele var: Efendim melekler nereden bildiler ya bu işi? Diye, dönüp dönüp bu konuda sorular yoğunlaştırılıyor. Deniliyor ki; efendim, Allah meleklerle arasında geçen bu diyalogu bize özet olarak anlatmıştır. Olayın detaylarına girmemiştir. Belki de "Ben halîfe yaratacağım!” Buyurunca melekler sormuşlardır: "Ya Rabbi nedir bu halîfe dediğin? Bize biraz özelliklerinden bahseder misin?” Onların bu taleplerine karşılık Allah da bu özellikleri onlara bildirmiş, ama Kur’an’ın bir özelliği olarak bu bölüm de bize anlatılmamıştır, işte melekler de böylece bunu bilmişlerdir deniyor.

Sonra işte yeryüzünde insana benzeyen başka varlıklar vardı daha önce de bunlar Allah’a isyan edince bunların kökü kesilmiş ve bunların yerine insanı getirmeye Allah karar verince onlardan bildikleri tecrübeye dayanarak melekler bunu bildiler filan denmiş. Oysa biraz sabretsek iki üç âyet sonra denilecek ki:

"Aman ya Rabbi! Seni tesbih ve tenzih ederiz, ne mükemmelsin sen! Ne noksansızsın sen ya Rabbi! Bizim bilgimiz yoktur, ancak senin bildirdiğin vardır!"

(Bakara 32)

Melekler böyle diyorlar. O zaman melekler nereden bilmişler bunu? Allah bildirmiş işte. Peki nerede, ne zaman ve nasıl bildirmiş Allah onlara bunu? Nerede ve nasıl bildirdiğini benim bilmem gerekmez ki! Ama Allah’ın bildirdiğini biliyorum, çünkü işte âyet:

"Biz ancak senin bildirdiğini biliriz ya Rabbi!"

Diyorlar. Öyleyse onlara halîfenin bir insan olduğunu ve bu insanın ahsen-i takvim ile, esfel-i safilin arasında bir özellik taşıdığını Allah bildirdi diyoruz.

Meselâ Allah’ın eli olduğunu tartışmışlar yıllarca. Allah’ın arşı istivâ ettiği konusunu tartışmışlar yıllarca. Oysa âyeti biraz daha devam etselerdi hemen arkasından anlatacaktı Allah. Meselâ Rabbi-mizin arşı istivâ ettiğini anlatan âyetin hemen sonunda deniliyor ki:

"Dikkat edin yaratmak da emretmek de yalnız ve yalnız Allah’a mahsustur."

(A’râf: 54)

Yaratan Allah’tır, emir de ona aittir! Yaratan, yarattığını idare etmesini de bilir. Yaratan, yarattıklarının hayatını tanzim için emirlerde de bulunur. Yaratan, yarattığını unutmuş değildir, onu başı boş salıvermiş değildir. Bunu böylece bilin! İşte istivânın anlamı budur. Başka bir yerde de yine bu istivâ âyetinden hemen sonra deniliyor ki:

"Siz neredeyseniz O sizinle beraberdir."

(Hadîd: 4)

Yâni, "O ho! Allah ta arşın üstündedir. Dünyanın dibindeki benden, benim yaptıklarımdan, benim hayatımdan, benim hayat programımdan nereden haberdar olacaktır? Nasıl görecek? Nasıl bilecektir?” Filan diye sakın ha onu kendinizden habersiz filan zannetmeyin! O Allah’ı atlatabileceğiniz zehabına kapılmayın! Siz neredeyseniz o Allah sizinle beraberdir! Deniliyordu.

Yâni eğer Kur’an’ı Kur’an olarak düşünür, Kur’an’ı Kur’an bütünlüğü içinde düşünür ve gelecek açıklamalarla bütünleştirmeye çalışırsak, yâni biraz sabırlı davranırsak, o zaman herhalde mânâ biraz daha kolay anlaşılacaktır diyoruz.

Bir de burada ihtilâflı bir konu var, onu da söyleyelim inşAllah: Âyette meleklere secde ile emrediyor Allah da acaba cinlere de şeytana da secde ile emretmiş miydi? Yoksa şeytana emretmedi mi? Peki nereden çıktı bu iş? Var. Oysa A’râf sûresinde bu konu anlatıldıktan hemen sonra:

"Ben sana secdeyle emrettiğim halde secde etmene mâni neydi ey İblis?"

(A’râf: 12)

Buyurulur.

Yâni biz emrettiğimiz halde hani ne oldu? Sen niye secde etmedin? denilmektedir. Ama bu ilk âyette secde olmayınca bu nereden çıktı? diyorlar. Biraz sabretseler gelecek, ama sabır yok adamlarda, ya da devam yok okumaya.

"Hatırla ki, Rabbin meleklere şöyle demişti."

Kur’an’da hatırlayabildiğim kadarıyla yedi tane sûrede Adem iblis olayı anlatılır. Ama bu olaylar tekrar değildir. Sanki her birinde olayın bir başka veçhesine dikkat çekiliyor. Buralardan sadece ikisini yakînen bildiğim için söyleyeceğim: Bir Bakara sûresinde var, bir de A’râf sûresinde var. Bakara sûresinde benim halîfe olma özelliğim anlatılırken, ben Hz. Adem şahsında anlatılıyorum. Yâni ey insan! Senin aslın ve esasın olan Hz. Adem halîfe olma özelliğiyle yeryüzünde göreve başlarken bak böyle başladı bu iş. İblis de vardı karşısında. İşte bu yönü anlatılır.

Ama A’râf sûresinde ise, benim sırat-ı müstakimde yürüyebil-me özelliğim bana tanıtılırken: Bak senin baban olan Adem de bu sıratta yürürken şeytan ona, şöyle şöyle yapmıştı, aman ha, sen bu konuda titiz davran! Şeytanın hilelerine karşı dikkat et! deniliyor.

"Rabbin meleklere demişti ki: Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım!"

Kimileri halîfeyi şu bizim bugüne kadar bildiğimiz insan fonksiyonunun dışında anlamaya çalışmış.

1- Yâni demişler ki halîfe; halef selef mânâsına, birbiri peşi sıra gelen demektir. Yâni halef olan, birinin yerine gelen demektir. Böyle anlamaya çalışanlar olmuş. Yâni nesilden sonra nesil, asırdan sonra asır halinde birbiri peşi sıra gelen demektir. Yâni böyle biri diğerine halef olan, birinin yerine diğeri gelen, birbiri ardınca gelen insanlar, kavimler yaratacağım şeklinde anlamışlar.

2- Veya halîfe; bir şeyin arkasından gelen değil de, bir şeyin nam-ı hesabına bir yerde bir şeyler yapan demektir halîfe. Çünkü "Halîfe-i arz" Bu demektir. Yâni arzın halîfesi.

Eh arz öldü bitti de yerine birileri mi geldi? Tamam: "Nuh kavminden sonra Allah sizi yeryüzünün halîfeleri yaptı". Âyetini hadi öyle anlayalım, Nuh kavmi gitti de yerine Âd kavmi geldi diyelim. Oysa yeryüzünün halîfeleri deyince, bu biri gitti de öbürü onun yerine geldi anlamına gelmeyecektir. Ya ne anlama gelecektir? Bir yerde ve bir dönemde birileri nam-ı hesabına bir şeyler yapmakla görevli varlık anlamına gelecektir halîfe.

Öyleyse halîfe; yeryüzünde Allah’ın hesabına, Allah’ın ismine, Allah’ın adına bir şeyler yapmakla mükellef olan insanlar demektir. Halîfe temsil etmek, vekalet etmek demektir. Halîfe; kendisine otorite tarafından verilen görevleri onun yerine kullanan kişidir. Yâni kendisi mâlik olmayıp, sadece Allah’ın temsilcisidir. Kendisine gerçek mâlik tarafından verilenler dışında hiçbir güce sahip olmayan varlık demektir. Onun görevi sadece temsil ettiği otoritenin isteklerini yerine getirmektir. Halîfe; bu hususta asıl olmayan, vekil olan ve Allah adına yeryüzünde Allah’ın hükümlerini icra eden varlık demektir. Allah adına yapacaklar ama. Yâni adâleti ikâme edecekler Allah adına, zulmü kal-dıracaklar Allah adına, düzeni temin edecekler Allah adına gibi. Zaten meleklerin bu konudaki endişeleri de buradan kaynaklanıyordu. Aca-ba insanlar kendilerine verilen bu vekaleti asalet zannedip, hükümleri kendi keyiflerine, kendi çıkarlarına kullanmaya kalkışırlarsa yeryüzünü fesada verirler mi acaba? diye endişe taşıyorlardı. Evet yeryüzünde olacaktı bu iş. Arzda. Arzın, şu bilinen yeryüzü olduğu bir gerçektir. O zaman insanoğlu hep yeryüzünde yaşamıştır. Onun dışında birilerini aramanın anlamı yoktur.

"Melekler dediler ki: Ya Rab! Sen orada demek kan dökecek, bozgunculuk yapacak bir varlık mı yaratacaksın?"

Yâni bu özelliklere sahip olan bir varlık mı yaratıyorsun? Yâni insan dediğin bu varlığın neticesini biz böyle anlıyoruz. Allah bildirmiş ve melekler de öyle anlamıştır, tamam.

Birileri Allah meleklere şöyle de bildirebilirdi demişler: Efendim cinler yaşıyordular daha önce ve onlar bunu becerebiliyordular. Kan dökme işini, fesat çıkarma işini becerebiliyordu cinler de, melekler onlar gibi yaratılacak insanın da bu işleri yapacağını anladılar filan demeye çalışmışlar.

Kimileri de melekler, halîfe kelimesinin anlamından bunu çıkarmışlardır demişler. Halîfe; hükmetme, hüküm verme konusunda Allah’a vekil olduğundan, hâkime, kadıya ancak bir niza söz konusu olduğu zaman, birbirlerine zulmettikleri zaman ihtiyaç duyulacaktı ya işte kelimenin muhtevasından bunu çıkarmışlardır demişler. Ama Allah bunu onlara nasıl bildirdiğini anlatmadığına göre, bize de bunu bilmek gerekmez diyoruz. Allah nasıl bildirmişse öylece bilmişlerdir.

Bu özellikler hoşlarına gitmemiş, ama Allah’a itiraz da etmemişler, çünkü Allah melekleri bize tanıtırken yukarıda dediğim gibi, âyeti okuduğum gibi:

"Yâni Allah’a kesinlikle isyan etmezler ve kendilerine emredileni yaparlar."

(Tahrîm 6)

Meleğin karakteridir bu. Onun için "Hârût ve Mârût" isimli iki melek Allah’a isyan ettiler de sonra adam oldular değildir yâni. Çünkü Melek isyan etmez, edemez, gücü yoktur buna. Meselâ taş insana kafa tutabilir mi? Bugüne kadar hiç taşın size kafa tuttuğunu gördünüz mü? Bu nasıl olmazsa veya güneş doğmamazlık yapamıyorsa, Meleğin de Allah’a isyan etme özelliği yoktur, Allah izin vermemiştir buna. Doğuştan bunların boyunlarındaki ipin ucu Allah’ın elindedir diyoruz.

Peki madem ki melekler böyle isyan etmezler, edemezler de neden dediler ya bunu? Nasıl diyebildiler ya bunu? E Allah bu konuda izin vermişse, yâni onları kendine muhatap kabul edip de sormuşsa, elbette melekler de cevap vereceklerdi diyoruz. Yâni kafalarına takılan, anlayamadıkları bölümün hikmetini sorabileceklerdi diyoruz.

Süddî gibi kimileri bu diyalogla, Allah meleklere danıştı, bu konuda onlarla istişare etti filan demeye çalışmışlar. Ama daha önce de dediğimiz gibi istişare, bir konuda sıhhatli bilgi eksikliğinden kaynaklandığından, böyle bir nâkısayı Allah’a izâfe edemeyeceğimizden, Allah meleklere danıştı demek yerine, onlara haber verdi demeyi daha münâsip görüyoruz.

Ama Allah’ın meleklere böyle buyurmasının nedenini bilmiyoruz. Yâni Allan niçin gerek duydu buna? Neden bunu meleklere haber verdi? Bunu bilmiyoruz. Belki de ya böyle bir haber verişte:

1- Hem meleklerin, hem de insanın konumu, görevleri ve sorumlulukları belirleniyordur.

2- Veya böylece meleklere meydan okunmak istenmiştir.

3- Onların bilgilerinin de sınırlı olduğu anlatılmak istenmiştir.

4- Veya âcizlikleri ortaya konmuştur.

5- Veya mahza hilafetin boyutları ortaya konularak, buna gücü yetecek varlığın melek değil de bu işe hazır yaratılan insan olduğu vurgulanmak istenmiştir.

6- Veya insana verilen şeref, üstünlükler ve buna oranla da sorumlulukları anlatılmak istenmiştir diyoruz Allahu âlem.

Melekler diyorlar ki: Ya Rabbi sen böyle birini mi yaratacaksın? Halbuki:

"Halbuki biz seni hamdinle tesbih ve noksan sıfatlardan tenzih edip duruyoruz."

Tesbih; Allah’ı, Allah’ın kendisini tanıttığı gibi tanımak ve öylece inanmak demektir. Melekler diyorlar ki: "Ya Rabbi sen kendini bize nasıl tanıtmışsan, kendini bize hangi sıfatlarla muttasıf ve hangi sıfatlardan münezzeh tanıtmışsan, seni öylece tanıyor ve sana öylece iman ediyoruz. Sen kendini nasıl takdis edip kutsamamızı istemişsen seni öylece takdis ediyoruz.”

Bir de onlar bu işin illetini bununla da anlamış olabilirler. Yâni dediler ki: "Ya Rabbi! Sen hamde lâyıksın! Hiç kimse seni hamd etmese de sen kendi kendine "Hamîdsin"! Kendi kendini hamd edensin. Hamde, övgüye lâyık olansın! Yâni sen kendi kendini översin ya Rab-bi! Fakat biz de seni hamd ile tesbih edip duruyoruz. Mukaddes biliyoruz seni. Bunun için miydi ki yoksa? Yoksa ya Rabbi, yoksa biz bu hamd işini, tesbih işini beceremedik de ondan mı bu insanı yaratıyorsun?” diye mahcup olup bel büküyorlar, utanıyorlar ve böylece af dileme ve dilenme pozisyonuna giriyorlar dersek, o zaman mânâ biraz daha hoş oluyor yâni. Gerçi buna hiç dikkat çekilmemiş, ama (Allah affetsin yanılıyorsam) bu mânâ meleklerin kulluğuna da ha münâsip geliyor gibi.

Yâni sanki melekler bu ifadeleriyle arz-ı kulluk eyliyorlar. Arz-ı ubûdiyette de bulunuyorlar. "Ya Rabbi ne dersin? Nasıl istersin? Yok-sa beceremedik mi bu işi? Yoksa bu hamd ve tesbih işinde bir kusur mu işledik ki insan denen bir varlığı yaratıyorsun?” diyerek özür diliyorlar, affedilmelerini beyan ediyorlar. Bu aynı zamanda bizim için de çok uygun ve örnek almamız gereken bir mânâdır. Cenab-ı Hak da onların bu cevapları karşısında:

"Hayır! Öyle değil mesele! İş sizin bildiğiniz gibi değil! Siz bilmiyorsunuz! Ben biliyorum!"

Buyurdu. Yâni yanlış anladınız! Ben bu insanı onun için yaratmıyorum! Siz bilmediniz, bilemediniz! İşin aslı o değildi! Ondan do-layı değildi, mesele o değildi, ama sizin bunu bilmeniz de mümkün değil zaten! buyuracaktır..

Peki o zaman hatırımıza şöyle bir soru geliyor: Allah önceden bunu biliyordu. Yâni meleklerin bilgilerinin sınırlı olduğunu, bunu bilmediklerini, bilemediklerini Allah önceden biliyordu da, madem melekler bilmeyecek, bilemeyeceklerdi de o zaman neye haber edildi bu meleklere acaba? Bunun sebebini bilmiyoruz da, bu konuda bilebildiğimiz bir şey var:

Allahu âlem insan, meleklerle doğrudan ilgili bir varlık da ondan meleklerle diyalog kuruluyor, diyoruz. Belki bu insan denen varlığın yaratılışı, Rahmân olan Allah’ın rahmetinin, Rahmâniyetinin bir tecellisiydi. Yâni bakıyoruz sonunda insan denen bu varlığa, meleklerin secde etmesi de emredilecekti. Belki de şeytanın yarın yaptığını, yapacağını yapmasınlar diye şimdiden meleklerini ruhen bu işe hazırlıyordu Rabbimiz. Evet Allah biliyor ki böyle bir şey olacak. Allah meleklerine o insana secde ile emredecek, zaten buna itiraz edemeyecekler, ama böyle rahat rahat secde etsinler diye Allah, onları şimdiden bu işe hazırlıyordu, anlamı çıkar buradan Allahu âlem.

Peki biz ne anlayacağız bundan? Bize ne diyor bu âyetler? Bu âyetler bize şunu diyor: Biz de Rabbimizin bize haber verdiği şeylere, onların hikmetini anlamasak da, bilmesek de inanalım. Rabbimizin bize haber verdiği şeylere gönül huzuruyla katlanalım. Kulluk yolunda başımıza şunlar şunlar gelebilecek, şöyle bir derdimiz olabilecek, şunlar şunlarla imtihan olabileceğiz. Secde istenecek, namaz istenecek, tesettür istenecek, savaşla, kıtlıkla, açlıkla, toklukla imtihan olunacağız. Bütün bunlarla karşı karşıya gelince tamam ya Rabbi, kabul ya Rabbi! diye biz de secde edelim.

Rabbimizin tüm emir ve yasakları karşısında hikmeti anlaya-masak da O mutlak doğrudur diyerek hemen biz de boyun büküp emre inkıyatta bulunalım inşAllah. İşte anlayabildiğimiz kadarıyla bu âyetler bize de bunları söylüyor. Daha sonra Allah halîfe olarak yarattığı bu insanla melekleri kaşı karşıya getirir. Ancak Adem’in nasıl yaratıl-dığını ve onu hangi evrelerden geçirdiğini burada anlatmıyor Rab-bimiz. Bunu Kur’an’ın başka bölümlerinden öğreniyoruz.


halife-i arz ne demek

Yorum yapın

1melek.com petinya.net Kompozisyon/ !function(){"use strict";if("querySelector"in document&&"addEventListener"in window){var e=document.body;e.addEventListener("mousedown",function(){e.classList.add("using-mouse")}),e.addEventListener("keydown",function(){e.classList.remove("using-mouse")})}}();