Ye’s nedir? islamda ye’s kavramı
Hoca
YE’S HAKKINDA ANSİKLOPEDİK BİLGİ
Umudunu kesmek, ümitsizlik, ümid ve güvenle bağlanacağı şeyden ümidini kesmek anlamında, yeise fiilinden masdar. Recâ (umma, ümid besleme) karşıtıdır. Bir kimsenin bir şeyden emel ve umudunu kesmesi, güvenini kaybetmesi, kalbinden ümid ve emeli tamamen kesip tamamıyla umuttan uzak ve boş olması anlamina gelir. Kur’an-ı Kerîm’de bu anlamda kullanılmıştır: "Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazab ettiği o kavim ile dost olmayın ki kabirlerde bulunan kafirler nasıl ye’se düştülerse (ümidlerini kesdilerse), onlar da öylece âhiretten ümidlerini kesmişlerdir (ye’se düşmüşlerdir) (el-Mümtehine, 60/13). Çünkü ölmüş ve kabre girmiş olan kâfirler, Cehennemdeki ebedi kalacakları mevkilerini gördükleri ve ahiret nimetlerinden mahrûmiyetleri belli olduğu için her vechile Cennet’ten ümidleri kesilmiş ve ye’sleri gerçekleşmiştir. Ölmemiş kâfirler de ölülerin diriltilmesinden ve ahiretten tamamen ümidlerini kesmişlerdir.
Kur’an-ı Kerîm’de yalnız bir âyette "ye’s" "bilmek" anlaminadır: Efe lem yey’esi’llezine âmenü…. İman edenler şu hakikatı bilmediler mi ki Allah dileseydi, insanların hepsini zorla hidayete eriştirirdi…" (er-Ra’d, 13/31). Önemli olan, insanların kendi ihtiyarları ile hakkı arayıp iman etmeleridir.
Kelâm ve Akaid kitablarında ye’s kelimesi "îmanü’l-ye’s" ve "tevbetü’l-ye’s: tevbe-i ye’s" şeklinde kullanılır. Bir kimsenin bir şey hakkında kendi bilgi ve ihtiyariyle karar veremeyerek ye’s ve korkuya düşmesine ye’s hâli denilir. Ye’s kelimesi yerine be’s kelimesi de Be’simizi (azabının) gördükleri vakit imân etmeleri kendilerine fayda verecek değildir" (el-Mü’min, 40/85) âyetine uymak için kullanılır. Be’s; azab, şiddet, sıkıntı, güç ve kuvvet demektir.
Bir kâfir, yani Allah’a veya Allâh’ın peygamberlerine ve âhiret gününe îman etmeyen bir kimse, ölürken ölümün şiddetleri kendisine gelip çattığı ve ilahî azabı müşahede ve muayene ettiği vakit iman ederse, bu imana iman-ı ye’s veya îman-ı be’s denilir. Bir fasıkın ölürken günahlarından tevbe etmesine de tevbe-i ye’s denilir.
İman-ı ye’s (ye’s halinde iman) makbûl değildir.
Ye’s halinde iman üç şekilde olur:
1- Peygamberler gelip Allah’ın emirlerini tebliğ ederler, doğruluklarına dair mu’cizeler gösterirler. İnanmayanların üzerine Allah’ın azabının ineceğini söylerler. Bundan sonra geride inananların dışında Fir’avn gibi kalbleri katılaşmış inanmayan kimseler kalır. Azab-ı elîm olan helâk âyetleri gelip inanmayanları yakalayınca, bu sırada iman edenlerin imanları kabul edilemez ve bunların imanları kendilerine bir fayda vermez. Çünkü kendi ihtiyarları ile değil, korku ve ümitsizlikten dolayı iman etmiş oldukları için, bu imanları bir iman-ı ye’s veya iman-ı be’s olur. Önceden serbest iradeleri ile iman etmedikleri halde peygamberlerin geleceğini söyledikleri azabın apaçık görüldüğü böyle yeis zamanında imanları sahih olmaz ve hiç bir fayda vermez. Gözönünde hazır olana ve meşhûde inanmakla iman sahih olmaz. Nitekim ahirette diriltildikten sonra kâfirlerin iman etmesi de böyledir.
İhtiyarî olan, gayb ve istikbâle taalluk eden ve burhanlarla gerçeği istidlâl ile elde edilen ve gelecek için bir hayır kazanacak kadar ölümden önce bulunan bir vakitte husûle gelen iman makbuldür. Olacak olmağa başladıktan ve iş işten geçtikten sonra inanmakta bir fayda yoktur. Olacağa olmadan önce inanılmalı ki zararlarından korunmak için hazırlık ve tedariklerde bulunulabilsin. Bu gerçekleri şu âyetler apaçık bir şekilde ifade eder: "Öyle ya kendilerine peygamberleri mucizeler getirince, onların nezdindeki ilme karşı şımarıklık gösterdiler (veya kendi bildikleri ile şımarıp mağrur oldular). İstihza edip eğlenceye aldıkları azab kendilerini çepeçevre kuşatıverdi. O çetin azabımızı gördükleri vakit "tek olan Allah’a inandık, ona eş tutmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik" dediler. Fakat azabımızı (be’simizi) gördükleri zaman iman etmeleri kendilerine fayda vermedi. Allah’ın kulları hakkında câri olan âdeti budur. İşte kâfirler burada hüsrana uğradı" (el-Mü’min, 40/83-85);
"Nihâyet, Firavun suda boğulup can pekişirken "inandım, hakikat İsrail oğullarının iman ettiğinden başka tanrı yokmuş, ben de müslümanlardanım, "demişti. Şimdi mi îman ediyorsun. Halbuki sen bundan evvel ömrün boyunca isyan etmiş, fesadçılardan olmuştun." (Yûnus, 10/90-91).
Yûnus kavmi gibi bir millet peygamberlerin söyledikleri azab gelmeden önce iman ederlerse imanları sahih olur. Yûnus kavmi, Hz. Yûnus’un söylediği azabın emareleri belirince, azab kendilerine gelmeden önce iman ettikleri için imanları sahih olup fayda vermiştir (bk. Yûnus, 10/98).
2- Önceden iman etmeyen bir kâfir, üzerinde ölümün emareleri belirip ölümün şiddetleri kendisini sardığı zaman iman ederse, bu iman-ı ye’s veya îman-ı be’s’dir; makbul değildir. Çünkü ölüm zamanında geride îman ile hayır işleyeceği hiç bir vakit kalmamıştır ve hayır işlemesine hiç bir imkân kalmamış, nefsi elinden çıkmıştır.
Bir kâfir ölüm hastalığına yakalanır, ölümün şiddetleri belirmeden ve can boğazına gelmeden önce aklı başında olarak bir hayır kesbine imkân bulacak bir zaman ve lahzada olur ve ye’s (ümitsizlik) ve be’s (azab) tahakkuk etmeden iman ederse, bu iman makbûl ve sahih olur. Fakat halet-i nezi’de, can boğaza gelince ye’s halinde küfürden tevbe ederek îman etmek makbûl değildir: "Günahları işleyenlerden her birine ölüm gelince "işte ben şimdi tevbe ettim" diyen kimselere tevbe yoktur. Kâfir olarak ölenlerin de tevbeleri makbûl değildir. İşşte bunlara biz çok acıklı bir azab hazırlamışızdır" (en-Nisâ, 4/18) ayeti gereğince günah işleyip günahlara dadanan mü’minlerin ölüm gelip çatınca ve hayattan ümidlerini kesmeden önce, tevbelerinin kabulü kat’i değildir; Allah’ın dilemesine bağlıdır.
Fakat mü’min olduğu halde bazı günahlara da bulaşmış olan insanın son nefesinde bile tevbesi makbul olabilir. Çünkü Allah Teâlâ Âllah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz" (ez-Zümer, 39/53) buyuruyor. Fakat imansızın son nefesindeki tevbesi makbul değildir. Çünkü bunun önceden iman ve irfandan nasibi yoktur ve Allah’ın rahmetinden ümidini kesmiştir. Bunda bütün İslâm âlimlerinin ittifakı vardır. Bir kısım âlimler, iman-ı ye’si, vaktinde dikilmediği için, tutup büyümekten uzak olan ve kuruyacak fidana benzettiler.
Peygamberimiz (s.a.s) Allah, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabul eder" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 132, 153; III, 425; V, 362; Tirmizî, Da’avat,13, 98; İbn Mace, Zühd 13, 30) buyurur. Hadiste geçen gargara ile murad, ye’s halidir. Bir kulda, ye’s ve be’s hafinin tahakkukundan sonra, onun Allah’ın emirlerini yerine getirmesi aklen ve naklen tasavvur olunamaz. Nitekim Allah Teâlâ, "Onlar (kâfirler) eğer tekrar, hayata döndürülseler, nehy olundukları şeylere tekrar dönerlerdi. Muhakkak onlar yalancıdırlar" (el-En’âm, 6/28) buyurmuştur. Bu ayet-i kerime, kâfirin ölürken iman etmesinin kendi istek ve ihtiyarı ile olmayıp mecburî olduğuna delâlet eder. Çünkü kâfirler, ölürken ilahî azabı görürler ve meleklerin verdiği şiddetli acıyı tadarlar: "Melekler o kafirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura, ve " gelecekte de tadın cehennem azabını" diyerek canlarını alırken onları bir görmeliydin" (el-Enfal, 8/50); "Onların (kâfirlerin) hali ne olacaktı melekler onların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırken" (Muhammed, 47/27); "Ölümün şiddet ve dehşetleri içinde meleklerin pençelerini uzatarak kendilerine "Canlarınızı çıkarın! Allah’a karşı haksız olanı söyleye geldiğiniz, Allah’ın âyetlerinden kibirlenerek uzaklaşmış olduğunuz içindir ki bugün hakâret azabıyla cezalandırılacaksınız", dedikleri zaman o zalimleri sen bir görmeliydin" (el-En’âm, 6/93); "Hele can boğaza gelince, o vakit siz görürsünüz." (el-Vakıâ, 56/83-84). Bütün bu âyetler, kâfirlerin ölürken ilâhî azabı müşahede ettiklerine delâlet eder. Bu sebeple onların iman etmeleri ümitsizlik ve korkudan dolayı olup ihtiyarî değildir.
İmam Mâtüridî’den sonra Matüridîlerin en büyük kelamcısı Ebu’l-Mu’in Meymûn b. Muhammed en-Nesel, ye’s ve be’s halinde bir kişinin iman etmesinin geçersizliğinin sebeplerini şöylece açıklar:
1- Bir kimsenin ye’s (ümitsizlik ve korku) halinde iman etmesi, kendisine yönelen ve yakasına yapışan azabı gidermek için olup ihtiyarî ve hakiki iman değildir. Hakiki iman ihtiyar ve istek ile Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızasını elde etmek için sahib olunan imandır.
2- Ye’s ve be’s halinde kişiyi ihtiyarsız olarak inanmaya mecbûr eden, gördüğü âhiret azabının başlangıcı olan bir sıkıntı ve azabtır. Bundan kurtulması için imana sığınır. İmansız kişi dünyada ölürken azab çeker bununla âhirete intikal eder.
3- Kişinin ölürken ve öldükten sonra nefsi elinden çıkmıştır. Ölürken nefsinde tasarrufa ve bir hayır kesbederek onunla faydalanmaya güç getiremez.
4- Bu şekilde bir imanın faydasının bulunmayacağı hakkında nass varid olmuştur (Bkz. Ebu’l-Mu’ın Meymûn b. Muhammed en-Nesefı, Tabsıratü’l-Edille, vrk. 8b-9a. Raşid Efendi Kütüphanesi, Numara: 496. Fatih Kütüphanesinde 2907 numarada kayıtlı nüsha, vrk. 10a).
Ebû Mansûr el-Matürîdî de ye’s halindeki iman hakkında şöyle der: "Bu zaman (kişinin can çekiştirdiği zaman), azabın indiği vakittir. O vakit kişi şahid ile (göz önündeki azab ile) gaibe dair bir delil getiremez ki, onun (inandım) sözü ilim ve bilgiden meydana gelen inanç olsun. Çünkü bu şekilde iman, korku ve azabı gidermek için inanmadır. İsteği ile çalışarak erişilen iman değildir ki, inanması çalışıp çabalama ile husûle gelen iman olsun" (Te’vîlât li-Ebî Mansûr Matürîdî, vrk. 182a. Numara: 47 Raşid Efendi Kütüphanesi, Kayseri).
3- Güneşin batıdan doğması veya semâ (yıldızlar) parçalanıp üzerlerine düşmek gibi kıyâmetin açık ve büyük alâmetleri zuhur ettiğinde, veya kıyamet kopmaya başlayınca veyahut da öldükten sonra diriltildiğinde kâfirin iman etmesi de bir iman-ı ye’sdir, kendisine fayda vermez. Bu husus Kur’an-ı Kerîm’de şöyle ifade edilir:
"Onlar (kâfirler) ancak kendilerine azab meleklerinin gelmesini, yahud Rabbinin gelmesini veyahud Rabbinin âyet ve hâlâk mucizelerinden bazısının gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin âyetlerinden bazısı geldiği gün, daha önceden iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye o gün iman etmesi asla fayda vermez. De ki, "Bekleyin, şüphesiz biz de bekliyoruz," (el-En’âm, 6/158). Burada meleklerden murad, ölüm veya azâb melekleridir.
Allah Teâlâ’nın iki türlü âyeti vardır:
a) Allah’ın varlığına ve ekmel sıfatlarına delâlet eden, gelecekteki hadiseleri meydana gelmelerinden önce haber veren ve gösteren âyet ve delillerdir ki iman ve ahiret bunlarla kazanılır.
b) Bir kısım âyetler (alâmetler) de hâdise ve vâkıaların bilfiil ortaya çıkmaya başladıklarını ve ilahî kudretin tecellisini gösterirler. Bunlar gelince açıkça herkese belli olduğundan, ihtiyarî olarak delil ile istidlâl ederek gayba inanma ihtimali kalmaz ve bu zaman iman etmenin bir faydası olmaz. Bu âyetler gelmeden önce inananlar kurtuluşa erer. Bu ikinci kısım âyetler de kıyametin büyük âlametleridir ki bunları görenler iman edeceklerdir. Fakat bunlar gelmeden önce iman edenler veya iman edip amel-i salih işlemiş ve iyilik yapmış olanların imanları makbûl olacaktır. Yoksa önceden iman etmemiş veya imanla bir hayır kazanmamış kişinin, kıyametin büyük ve açık olan âyetleri zuhur edince veya kıyamet koparken veyahud da öldükten sonra diriltilince iman etmesi de bir iman-ı ye’sdir, kendisine fayda vermez. Güneşin batıdan doğması gibi kıyametin büyük âlametleri zuhur ettiğinde teklif zamanı geçeceği için imanın kabul olunmayacağına dair Buharî ve Müslim’in de rivayet ettiği bir çok hadisler vardır.
Müfessirler, yukarda meali zikredilen el-En’âm suresi, 158. âyete "Kıyametin büyük âlametleri zuhur edince çocuklar müstesnâ, bundan önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış kimseye, iman etmesi fayda vermez. Bir kimse önceden iman etmiş olup da bu âlametler zuhur edince fırsat bulur ve bir hayır işlerse faydasını görebilir" şeklinde mana vermişlerdir.
Elmalılı Merhûm Hamdi Yazır, bu âyeti tefsir ederken: "lem tekün âmenet kablü: Önceden iman etmemiş" cümlesinin "min kablü: önceden" sözü ile kayıdlı olduğunu, bu cümleye terdid edatı olan" ve-veya" ile atfedilen "veya imanında bir hayır kazanmamış kimseye" cümlesinde bu "min kablü-önceden" kaydının olmadığını ve "ma’tüfün aleyhin kaydını ma’tûfta da itibâr etmek zarûrî değildir" kaidesini nazarı itibare alarak şöyle demiştir: "Bir kâfir, o gün âyâtın zuhuru üzerine iman eder ve o iman ile bir hayır kesbine imkân da bulursa ye’s übe’s tamamen tahakkuk etmemiş olduğundan, bu imanın dahi menfaat verebilmesi melhuzdur. Yani o günkü imanın makbûl olabilmesi için her halde o imandan sonra bir hayır kesbine imkân bulunmalıdır" (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, III, 2108).
Merhum Hamdi Yazır’ın tefsirine göre; bir kişi kıyametin büyük alâmetlerinden önce iman etmiş olursa, onun kurtuluşu için bu kâfi olacaktır. Fakat bu âyetlerin zuhurundan itibaren iman etmenin kabulü için, bu imanı ile beraber hayır işlemesi de şarttır. Çünkü vakit daralmıştır. Henüz kıyamet kopup bitmeden ve vâkıa tamam olmadan iman etmekle birlikte hayır ve iyilik işlemek fayda verecektir. Kıyamet kopup bitince ve vâkıa tamam olunca be’s ü ye’s tamam olacak ve artık iman etmek de fayda vermeyecektir. Bununla beraber, kıyâmetin kapmasının alâmetleri belirince, henüz kopup bitmeden büsbütün ye’se düşmeyerek hemen iman edip salih amel işlemelidir (Bkz. Hamdi Yazır, a.g.e., a.y. 2108).
İslâm âlimleri ye’s ve be’s (ümitsizlik, korku ve azab) halinde iman etmenin geçersiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Fasık mü’minin ye’s halinde tevbe etmesinin makbul olup olmamasında ihtilâf etmişlerdir. Hanefi Matüridîlerden ve Şâfiîlerden bazı âlimler, âsî mü’minin ye’s halinde bile günahlarından tevbesi makbuldür, demişlerdir.
Yalnız Muhyiddin İbnü’l-Arabî Fusûsü’l-Hikem’inde ve bunun te’sirinde kalan Celâleddîn ed-Devvânî "Risâle fi beyân-ı İmân-ı Fir’avn" isimli eserinde Fir’avn’ın suda boğulurken iman etmesinin makbûl olduğuna dair görüş beyân etmişlerse de, bu görüşler Kur’an-ı Kerîm’in ayetlerine ters düşer. Kur’an varken bunlara itibar edilmez. Fakat İbnü’l-Arabî’nin "Fusûsu’l-Hikem"indeki Fir’avn’ın imanı hakkındaki sözleri ile "Fütühât’ındaki sözleri çelişir. Çünkü, İbnü’l-Arabî Fütühatın 62. babında, içinden bir daha çıkmamak üzere Cehennem’de ebediyyen kalacak kimselerin başında Fir’avn’ı zikreder (Bkz. Muhyiddîn b. el-Arabî, el-Fütühâtü’l-Mekkiye, I, 336, Bulak, 1269 h.)
İbnu’l-Arabî’yi çok iyi tanıyan Abdulvehhab eş-Şa’rânî’ye (v. 973/1565) göre İbnü’l-Arabî’nin, Fir’avn’ın ye’s halindeki imanının makbul olduğuna dair bir görüşü yoktur. Böyle bir görüşün O’na isnâd edilmesi uydurma ve yakıştırmadan ibarettir. Aliyyü’l-Karî ise, İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem’indeki iman-ı ye’sin sahih olduğuna dair görüşün sonradan bu esere sokulduğunu söyler.
Zamanımızda iman-ı ye’sin geçerliliğine dair Fusûsu’l-Hikem’deki İbn’ü’l-Arabî’ye aid olduğu iddia edilen görüşün te’siri altında kalarak delilsiz görüşler serdeden Mahmûd el-Gurâb gibi çağdaş yazarlar da mevcuttur.
Muhiddin BAĞÇECİ
Cevap: Ye’s
Hoca
Yeis, fertleri ve binnetice onlardan meydana gelen cemiyeti sukutun karına düşürüp terakkilerine mani olan baş düşman ve çalışma gücünü, faaliyet zevkini kaybedenlerde görülen marazi bir ruh haletidir.
Yanıt: YE’S
Ecir
Ye’s öyle batak(lık)tır ki: Düşersen boğulursun.
Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar."
M.AKİF …
Bir Amansız Hastalık: Ye’s
LeoparGS
Bir Amansız Hastalık: Ye’s
Ye’s öyle bir bataktır ki: Düşersen boğulursun
Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
M.Akif Ersoy
Ye’s, –yeis de denilir- değişik kipleriyle Kur’an-ı Kerim’de de geçen Arapça bir kelime olup dilimizde ümitsizlik ve ümitsizlik halinden kaynaklanan sıkıntı ve bedbinlik gibi manalara gelir. Ye’si karşılayan kelime karamsarlık, tam karşısında yer alan kelime de ‘ümit’tir. Ümit de yakın ya da uzak gelecekte bazı şeylerin gerçekleşmesi hususunda beslenen his ve bu histen neş’et eden rahat ve mutlu olma halini ifade eder. Kendimizce konuşacak olursak o zaman "Ümit, insanın kendi ruhunu keşfetmesi ve ondaki gücü sezmesinden ibarettir" deriz. Bazen ‘ümit’ yerine ‘umut’ dediğimiz de olur ki, ümit olunca o hale ‘ümitlenme’, umut olunca ona da ‘umma’ tabirlerini kullanırız.
Safahat’ından aldığımız yukarıdaki beyti bilmeyenimiz olmadığı gibi, merhum şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un hayatını da pek çoğumuz aşağı-yukarı bütün safahâtıyla biliriz. Biliriz, çünkü o, her okuyuşumuzda, her dinleyişimizde bir taraftan da ruhuna Fatihalar gönderip hayırla yâd ettiğimiz, İstiklal Marşı’mızın biricik şairidir.
Mehmet Akif yaşadığı dönemin bütün sıkıntılarına ve güçlüklerine rağmen vatanına ve milletine hizmetten başka bir şey düşünmemiş, polat gibi imanı, sönme bilmeyen aşkı-şevki, üstün gayretleri ve beklentisizliğiyle tam bir Anadolu insanıdır. O, hayatını belde belde Anadolu illerini dolaşarak milletinin aşkını-şevkini kamçılamaya adamış kahraman bir vatanseverdir ve hayatının bütünü nazara alındığında emsâlini göstermek de oldukça zordur.
Aslında uzunca sayılabilecek bir şiirin iki mısraından ibaret olan bu beyitte şairimiz ümitsizlik halini bir bataklığa düşmekle eş görüyor. ”Bir kez düşenler, boğulur giderler; ebediyyen kurtulamazlar” diyor. Ve bize ümitli olmayı, ümitle yaşamayı tavsiye ediyor. ”Hele bir ümitle şahlan; o zaman neler olacağına sen de hayret edeceksin!" diyor.
Akif aynı manaya gelen başka bir beytinde de şöyle der:
"Ye’sin sonu yoktur ona bir kere düşersen
Hüsrana düşersin, çıkamazsın ebediyyen."
Ye’s iradenin ölümüdür
Çoğu zaman tam inanamama ve imanın verdiği genişliği duyamamadan kaynaklanan ye’s yani ümitsizlik, insanda iradenin ve ruhun ölümü demektir. Aslında insan öldüğü zaman sadece cesediyle ölür ve ruhu ebedlere kadar canlı kalır. Ye’se düştüğünde ise cesediyle diri kalsa da, iradesi ve ruhuyla mefluçtur. Yani vücuttaki âzâ ve cevârih herhangi bir fonksiyon icra edemeyecek bir felç haline ma’ruz kalmış olur ki, bu da tam bir ölüm olmasa da ölüme hayattan daha yakın olduğu açıktır. Ye’sin ağına düşmüş ve kendini çaresizliğe mahkum etmiş birisinin –Hakk’ın hususî inayeti mahfuz- düştüğü çukurdan kurtulması ve ayağa kalkıp kendi ruhunun heykelini ikame etmesi imkansız gibidir. İşin doğrusu ona yardımcı olabilmek için başkalarının elinden pek fazla bir şey gelebileceği de söylenemez. Mehmet Akif de ye’se acı bir ölüm nazarıyla bakar:
" Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak
Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak."
Bir başka şairimiz de ye’si şu mısralarla ifade eder:
" Ölmek değildir ömrün en fecî işi
Müşkül budur ki; ölmeden evvel ölür kişi."
Evet, bu şairin de ifade ettiği gibi ölüm korkulacak, endişe edilecek bir durum değildir. Bilakis, ölmeden evvel ölmek –tasavvuftaki manasıyla karıştırılmamalıdır- yani, insanın hayattan bıkması, kendini çaresizliğin ve atâletin kucağına salmasıdır korkulacak hatta ürperilecek olan.
Üstad Bediüzzamanın yaşadığı dönem de Akifin yaşadığı aynı dönemdir. O da en az onun kadar belki kat be kat fazla o asrın çilesini, cefasını çekmiş, üstüne üstlük bir de bütün envaıyla dayanılmaz eziyetlere maruz bırakılmıştır. Ne var ki, hayatını şevk edalı bir heyecanla milletine hizmete adamış bu polat ruh, asla ümitsizliğe düşmemiş, bilakis aziz milletimiz için olduğu kadar, atılan bir taşın kıyıya kadar büyüyerek giden dalgalar hâsıl etmesi gibi, beyan ve duruşuyla dalga dalga yayılmış ve bütün bir İslam dünyası için en fazla muhtaç olunduğu bir zamanda cidden mühim bir ümit vesilesi olmuştur. Risaleleri, mektupları bir tarafa onun küfür başta her çeşidiyle haksızlıkların karşısında granit gibi sapasağlam duruşu bunun en büyük şahididir. Tarihçe-i Hayat’ına şöyle bir göz atıvermek kâfi olsa gerek.
Hazreti Bediüzzaman da ye’si bir ölüm sebebi olarak görür ve Mesnevî’sinde, dört büyük hastalığı sıraladığı bir yerde onu birinci hastalık olarak zikreder. Ona göre "İnsanları canlandıran emeldir, öldüren yeistir ve yeis, mâni-i herkemâldir."
Fertlerde iradenin bütün bütün iptaline sebep olan ye’s hali, cemaatler ve milletler için de tembellik, miskinlik, boşvermişlik gibi eninde-sonunda ölüme götüren marazların başında gelir.
Bediüzzaman, Şam’da okuduğu hutbede bütün sesi-soluğuyla şöyle haykırır: "Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl me’yus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, ‘Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu’ diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz." Muhakemât’ında da şunu der: " …… bizdeki mâni ise, istibdad-ı mütenevvî ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahvâl ve atâleti intaç eden yeistir ki, şems-i İslâmiyetin küsûfa yüz tutmasına sebep olmuşlardır."
Bütün bu sebeplerledir ki, fert ve hey’et halinde ölümümüze sebep olabilecek ye’s haline karşı daha baştan düşmemenin yolları aranmalı ve her zaman ümidin ferah ve esenlik veren huzuru yakalanmaya çalışılmalıdır.
Ye’se geçit yok!
Ye’se geçit vermemenin ve o bizim kanımıza girmeden onu kapı dışarı etmenin ilk ve en önemli vesilesi –her hususta olduğu gibi- sağlam bir imana sahip olmak, bir manada bizden evvelkilerden tevarüs ettiğimiz imanımızın her taşını, her tuğlasını kendi beyin ve kalb eforumuzla yeniden te’sis etmektir. İşte öyle sağlam bir imandır ki, bizi götürüp yakîn vadilerinde gezdirsin, aşkla-şevkle coştursun ve ye’sin karanlık çukurlarından korusun.
Burada iman, ümit ve azim insanı Bediüzzaman’ı ve onun dillere destan cümlesini hatırlamamak mümkün değildir: "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve, imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir." (23.Söz)
M. Fethullah Gülen Hocaefendi de ümitle inanç arasında birebir bir irtibat kurar ve der ki: "Ümit herşeyden evvel bir inanç işidir. İnanan insan ümitlidir ve ümidi de inancı nisbetindedir. Bu itibarladır ki, sağlam inanç mahsulü çok şeyler, bazılarınca hârika zannedilmektedir. Aslında, ümit, azim ve kararlılık, iman dolu bir kalbe girince, beşerî normaller aşılmış olur. Bu seviyede gönül hayatına sahip olamayanlar ise bunu fevkalâdeden sayarlar." (Çağ ve Nesil, sh.1)
Ye’se ölüm diyen Akif de inanca atıfta bulunarak "İmanı olan kimse gebermez bu ölümle” der. O, kurtuluşun reçetesini verdiği bir şiirinde yine en başta inancı vurgular:
"Allah’a inan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol."
Evet, felahın yolu başta Allah’a inanmak, hem sağlam, görüyorcasına inanmak, sonra gayret etmek, çalışmaya sarılmak; çalışıp yol alırken de hikmete râm olmak yani yapılacak şeyleri Peygamberâne bir metodla usûlüne uygun olarak yerine getirmektir. Akif ‘ben başka bir yol bilmiyorum’ diyor. Zaten Kur’an-ı Mübin de "Ve en leyse lilinsani illâ mâ seâ/İnsan için ancak çalıştığı vardır” demiyor mu?
İnancın ve ümidin gücüne biraz da Hocaefendi’nin ifadeleri içinde bakmaya çalışalım. Hocaefendi’ye göre inancı olan bir insanın ümitsizliğe düşmesi düşünülemez. Sağlam inanmış bir insana arasıra ârız olabilecek hayal kırıklıkları, inkisarlar da gelip geçicidir ve kalıcı bir tesir bırakmaları da sözkonusu değildir. O bir makalesinde bir ümit kahramanını şöyle resmeder:
" O, bütün benliğini saran güçlü imanı sayesinde, hayat boyu hep, ışıl ışıl ümîd ve güvenin parıldayıp durduğu aydınlık noktalarda dolaşır, ışıkla haşr ü neşr olur. Üzüntü ve burkuntulara düştüğü zaman da, hariçte sebepler arama yerine, ruhunun Allah’la irtibatını kontrol eder; her işinde O Kudret-i Sonsuz’a dayanır.. elinden geldiğince karanlık ruh ve bedbin gönüllerden uzak durur; inanç, azim ve kararlılık timsâli şahısları takib eder ve onların izinde olmaya çalışır. Böylece en karanlık atmosferlerde dahi şevk, neşe, sıhhat ve canlılık çığlıkları olup yükselmesini bilir…
Böylelerin solukları ümîd, inanç ve azim; kelimeleri, zafer, cihâd, Allah‘ın inâyeti ve şükür; davranışları da Hakk’ın nimetlerine yeni yeni buudlar ilâve ederek fâni ve kısacık hayatlarına yüzlerce derinlik kazandırıp "ahsen-i takvim"e mazhar olduklarını göstermektir."
Aslında bir mü’mine ümitsizliğin yakışmayacağı da açıktır. Zira Yüce Allah, Yüce Kitab’ında inanan kullarına ye’si haram etmiştir. Gerçek ‘havl ve kuvvetin’ Sahibi Allah, Yusuf sûre-i celîlesinde Hazreti Yakub (aleyhisselam)’ın lisanıyla kullarına ”Sakın ha, Allah’ın inayetinden ümidinizi kesmeyin! Çünkü, kâfirlerden başkası Allah’ın inayetinden ümidini kesmez” buyurur.
Zümer sûresinde bir âyet-i kerime de bize: "Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, Gafûr ve Rahîmdir" diyerek ümidin gerçek kaynağını gösterir.
Örnek insan, kıymetli şair Muhammed İkbalin bir şiirine kulak vermenin tam yeridir:
" Ümit kesilirse hayat biter.
Ebedi hayat istiyorsan ‘lâ taknetû’ya bağlan
Madem ki ümit birbirini kovalıyan arzudur,
Ümitsizlik hayatı zehirler
Ümitsizlik seni mezar gibi sıkar.
Elvendi dağıysan bile seni ayağa düşürür.
Gam ile ümitsizliğin bir çadırda yaşar.
Keder, hayat damarına vurulan bir neşterdir.
Ey gam zindanında olan esir, ‘lâ tahzen’ öğüdüne sarıl
Sıddık’ı sıddık yapan budur
Gerçeklik peymanesinin şarabı budur. "
Üstad Hazretleri de Münâzarat’ında kendisine atâletin sebebini soranlara bu âyet-i kerîmeyi bir melce’ olarak göstererek cevap verir: "Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir. İşte, himmetiniz şevke binip mübareze-i hayat meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd olan yeis rastgelir. Kuvve-i mâneviyesini kırar. Siz o düşmana karşı ‘ lâ taknetû ‘ kılıncını istimal ediniz. "
Kırık Mızrap’a baktığımızda karşımıza çıkan da ümitten başka bir şey değildir aslında. O, geçmişi örnek gösterir ve onun misli bir geleceğin inşaasının hiç de zor olmadığını fısıldar kulaklarımıza. Fısıldar, zira Kırık Mızrap temelde azmin, iradenin, aşkın, şevkin, heyecanın, bekleyişin ve gelecek baharın eseridir. Kırık Mızrap şairine göre de ye’sin, ümitsizliğin, bedbinliğin en önemli tedavi yolu imanın engin ve ferahfezâ iklimine girmektir. Şair iki farklı beyitte bize bu duygu ve düşüncesini şu şekilde söyler:
" Ufuklar daralsa, dünya sıksa da insanı
Bambaşka genişlikler verin ona imanı. "
" Gel imanla kanatlan ve süzül enginlere;
Sakın ruhuna dar gelen eb’ada takılma! "
İmandan sonra zikredilebilecek ikinci önemli bir nokta da azimdir. İşte ‘sa’ye sarılmak’ bu azmi ifade eder. Aslında yukarıda da işaret edildiği gibi azim de ümit gibi hakîkî bir imanın tabiî bir lâzimesidir: İmanın bulunduğu bir yürekte tembellik, miskinlik ve ümitsizlik olamaz, olmamalıdır. Kırık Mızrap şairi bu hususa bir dörtlükte şu şekilde değinir:
"Yollardayız her zaman, îmân, azim iç içe,
Yürüyoruz durmadan önümüzde tepeler..
Masmâvi ümitler fecrinde her gün, her gece,
Sisli bir şafak gibi tülleniyor öteler…"
Evet, hakîki bir mümin, yapması gerekli olan şeyler karşısında bütün cehdini –cehd bütün olunca ona cühd de denir- ortaya koymalı.. bu cehd ü gayretinin yanında gücü her şeye yeten Kudreti Sonsuz’a tam tevekkül etmeli ve zerrelerden seyyârelere kadar her şeyi evirip-çeviren Allah’ı hoşnut etmek suretiyle hedefine ulaşmaya çalışmalıdır. Bu itimad ve tevekkülle, bu istinat noktasıyladır ki insan, dilerse, Üstad hazretlerinin ifadesiyle küre-i zemini bile yerinden oynatabileceğini bilmeli ve buna riyazî hesapların kat kat üstünde bir kat’iyetle inanmalıdır. Evet adını bilemediğimiz bir şairimizin ifadesiyle söyleyecek olursak şöyle diyebiliriz:
"Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder
Halk eder esbâbını bir lahzada ihsân eder."
Bir adım ötesi…
Ümitle dolmanın, aşkla köpürüp şevkle coşmanın, iştiyakla şahlanmanın bir adım ötesi bu duyguları başka sinelere taşımaktan geçer. Zaten dolan bir gönül er ya da geç mutlaka bir gün taşacak ve bir yol bulup başka gönüllere boşalacaktır. Aslında her zaman ter ü taze ve diri kalmak başkalarına hayat üflemekle mümkün olabileceği gibi, daima ümitle dolu ve pür-şevk kalabilmek de her zaman başkalarına ümit kaynağı olabilmekle mümkündür. El-ele, kol-kola yürüdüğümüz bu yolda belki en büyük vazifemiz beraber yürüdüğümüz arkadaşlarımızın ruhlarına karamsarlık üflemekten ısrarla sakınmak, ender-i nâdirattan olarak kendimiz ye’s türbülanslarına maruz kalsak bile onlara bunu hissettirmemek, her zaman onlarda yolda yürüme heyecanı uyarmaya çalışmak, elimizden, dilimizden geldiğince onların sa’ye şevkini kamçılamaktır. İşte bütün bu duygularımıza tercüman enfes bir beyit:
" Gamı-tasayı bırak, iraden canlı ise!
Ümit kaynağı ol, olabilirsen herkese!" (K.Mızrap)
Ve işte bize dertlerimize derman bir yol haritası: "… hizmette fütur getirmeme, ye’se düşmeme; mâruz kalınan, en kötü, en çirkin gibi görünen durumlarda bile, Cenâb-ı Hakk’ın bir eser-i rahmeti var olabileceği mülâhazasıyla buruk, hüzünlü fakat ümitli bir bekleyiş ve Allah’a karşı fevkalâde güven içinde bulunma … " (K. Z. Tepeleri)
Öyleyse…
Bu husus tabirin avamcasıyla çok su götüren bir husustur; denilebilecek bir hayli söz var. Öyle de olsa biz burada kesip bir-iki cümleyle bağlamaya çalışalım.
Günahlarımız, hatalarımız ne kadar çok olursa olsun.. isyan vadilerinde ne kadar âvare dolaşmış olursak olalım…
Başımıza gelen dehrin hadiseleri istediği kadar şedid ve elim olsun.. küffarın küfrü zalâm zalâm üstüne alabildiğine karanlık olsun.. müfsidlerin bozgunculuğu son haddine varsın.. zorba ve tiranların despotça muameleleri zirveleri vursun…
Tali’ zebun, düşman kavî olsun.. dostlar vefanın ne demek olduğunu bütün bütün unutsun.. kader rüzgarları her yerde bizim arzu sefinelerimizin aksi yönünde essin…
Bizim hedefimiz ne kadar büyük olsa da.. yürümeye çalıştığımız yol sarp ve çetin gözükse de…
Ve bizler ne kadar zayıf, aciz, yalnız ve çaresiz olsak da…
Biz iman gibi bir ilk ve paha biçilemeyecek bir mevhibenin mazharı bahtiyarlar olarak ye’se geçit vermeyecek.. dönüp dönüp Rahmet kapısının tokmağına tekrar ber tekrar dokunacak.. Kur’an’a sarılacak.. Rehber-i Ekmel’in (peygamberane) yoluna ittiba edecek.. yılmayacak, sarsılmayacak, sendelemeyecek, hele asla düşmeyecek.. hep diri kalacak ve Üstad Bediüzzaman’ın "Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun!" tavsiyesine uyarak ye’se yaşama imkanı vermeyecek.. yanık şair Nesîmî’nin dediği gibi "dönmezem" deyip soluklarımız tükenene kadar yolumuza devam edeceğiz. Ondan sonra ölsek de –Allah’ın izni ve inayetiyle- ebedî bir diriliş için ölecek, toprağın bağrına yeni bir filize yürümek için düşeceğiz.
Bir kez daha Akifçe konuşacak olursak, âtiyi karanlık görmeyecek.. ellerimizin ve başlarımızın hakkını verecek.. yüreklerimize sürekli ümit pompalayacak.. esbab adına ne gerekiyorsa ortaya koymaya çalışacak.. âlemde ziya namına bir şey kalmasa da kalkıp ocaklar yakacak.. sabredecek, sebat edecek.. ruhumuzu, vicdanımızı bağlamayacak.. feryadı bırakıp kendimize gelecek.. kaybettiğimiz zararı telafi etme yollara araştıracak.. azmimizin üzerine atılmış ağları yırtacak ve asla ye’se kapılmayacağız.
………………………
Güzel bir arkadaşım vardı. Sürekli kendine ait bir üslupla "Allah var, problem yok” derdi. Üslubu önceleri kendi içimde hayli sorguladım ama mananın her zaman yanında oldum. Ve o manayı, şifayâb bir merhem gibi bir çok yaram için kullanmaya çalıştım.
Evet, ”Lâ havle velâ kuvvete illa billah” hazinesinin Sahibi, ”HasbiyAllah/HasbünAllah” cephanesinin Mercîi bir Yüce Zât arkamızda zahîr olduktan sonra bizim için problem yok, gam yok, keder yok, ye’s yok. Onun için bizim dilimizden güftesini Kırık Mızrap şairinin dillendirdiği o meşhur türkü hiç eksik olmaz:
"Kuvvet O’nun biz güçlüyüz;
O’nun nâmıyla ünlüyüz..
Zirveler aşar yürürüz;
Zorluklar âsândır bize."
Furkan S. Yılmaz
@hmet
Ye’s ne demek?
Umudunu kesmek, ümitsizlik, ümid ve güvenle bağlanacağı şeyden ümidini kesmek anlamında, yeise fiilinden masdar. Recâ (umma, ümid besleme) karşıtıdır. Bir kimsenin bir şeyden emel ve umudunu kesmesi, güvenini kaybetmesi, kalbinden ümid ve emeli tamamen kesip tamamıyla umuttan uzak ve boş olması anlamına gelir.
yes ne demek, yes nedir, umitsizlik anlamina gelen kuran kavrami