124 bin Peygamber geldiği doğrumudur? kaç peygamber gönderilmiştir?
Kayıtsız Üye
Dünyaya kaç peygamber gönderilmiştir?
Cevap: 124 bin Peygamber geldiği doğrumudur? kaç peygamber gönderilmiştir?
Desert Rose
Dünyanın her yerine peygamber gönderilmiştir. Peygamberlerin sayısını bilemiyoruz. Yalnız hadis kitaplarında, bir rivayette 124 bin,[1] diğer bir rivayette de 224 bin[2] peygamber gönderildiği bildirilmektedir. Hadis usûlü açısından bu rivayetlerin hepsi tenkit edilebilir. Ancak, ister 124 bin, ister 224 bin olsun, sayı mühim değildir. Mühim olan husus şudur: Allah, hiçbir devri boş bırakmamış, hemen her devirde peygamber göndermiştir.
Peygamberler bir bölgeye ve belli topluluklara değil, dünyanın çeşitli ülkelerine, ayrı ayrı mıntıkalara gönderilmişlerdir. Nass-ı kat’î ile: "Hiçbir millet yoktur ki, içlerinde, onları eğri yolun encamından sakındıran bir nebi zuhur etmiş olmasın."[3] buyrulmaktadır. Kur’ân’ın bu kat’î nassı gösteriyor ki, yeryüzünde hemen her topluluk içinde peygamber zuhur etmiştir. Bunun böyle olması kat’îdir.
Başka bir âyette, Allah şöyle ferman etmiştir:
"Peygamber göndermedikçe (hiçbir millete) azap edecek değiliz."[4] Yani Allah’ın peygamber göndermedikten sonra, bir cemaati hesaba, sigaya çekmesi ve azap etmesi, O’nun rahmetinin şümulüne muvafık değildir. Zira O: "Kim zerre kadar hayır yaparsa onu görecek, kim de zerre kadar şer yaparsa onu görecektir."[5] kat’î fermanıyla, hayrın, şerrin karşılıksız bırakılmayacağını ifade etmektedir. Oysaki, kendilerine peygamber gönderilmemiş kimseler, hayrı-şerri bilmediklerine göre, azap olacakları da söylenemez. Binaenaleyh Allah (celle celâluhu), hayrın-şerrin hesabını soracağına göre, demek ki, herkese peygamber gönderilmiştir. Herkese peygamber gönderen Allah, bu hükmü: "Hiçbir millet yoktur ki, içlerinde onları eğri yolun encamından sakındıran bir nebi gönderilmiş olmasın."[6] şeklinde ifade etmiştir.
Şu birbirine bağlı mantık silsilesi içindeki üç kanuna dikkati çektikten sonra, şimdi esas meseleyi arz etmeye çalışayım: Yeryüzünün hemen her tarafına Allah, muhtelif devirlerde, ayrı ayrı peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler, bir kısım kimselerin zannettikleri gibi, sadece Arap Yarımadası’nda da zuhur etmemiştir. Hiçbir delile dayanmadan, bütün peygamberlerin Arap Yarımadası’nda zuhur ettiğini iddia etmek, Kur’ân’ın nasslarına aykırıdır. Aslında biz, ne Arap Yarımadası’nda zuhur eden peygamberlerin bütününü, ne de dünyanın başka yerlerinde zuhur eden peygamberleri bilmiyoruz. İster peygamberlerin sayısı 224 bin, ister 124 bin olsun, biz bunların içinde ancak, üçü şüpheli olmak kaydıyla, 28 tanesini bilebiliyoruz.
Evet, Kur’ân-ı Kerim’in bildirmesiyle, Hazreti Âdem’den Efendimiz’e (aleyhimüssalâtü vesselâm) kadar ancak 28 tanesini bildiğimizi söyleyebiliriz. Bunların da, nerelerde zuhur ettiklerini göstermek mümkün değildir. Hazreti Âdem’in türbesinin Cidde’de olduğu kanaati kavidir. Ancak bunların hiçbiri de sıhhatli değildir. Hazreti Havva ile Hazreti Âdem’in Cidde’de buluştuklarına dair rivayetler de kuvvetli değildir. Binaenaleyh, biz, daha başta, Hazreti Âdem’in nerede peygamberlik yaptığını bilmiyoruz. Birazcık Hazreti İbrahim’i bildiğimizi söyleyebiliriz. Evet, Bâbil ve Anadolu dolaylarında dolaşmış, Suriye’ye gitmiştir. Lut Peygamberin de, Sodom, Gomore ve Lut Gölü çevresinde vazife yaptığını zannediyoruz. Medyen’de bulunan Hazreti Şuayb’ı, Mısır’da neş’et eden Hazreti Musa’yı tanıdığımızı söyleyebiliriz. Hz. Yahya ve Zekeriya’nın da Akdeniz memleketlerinde bulunduklarını kabul edebiliriz. Muhtemelen Anadolu’ya da geçmiş olabilirler… Meselâ, Efes’in Hazreti İsa ve Hazreti Meryem’le alâkası, bu mevzuda fikir verebilir, ama, bunların hiçbiri müdellel ve kat’î değildir.
Bu yirmi sekiz nebinin dışındaki peygamberlerin pek çoğunun, nerede neş’et ettiğini ise hiç bilemiyoruz. Bundan anlaşılıyor ki, bizim bu mevzuda bir hükme varabilmemiz kat’iyen mümkün değildir. Hele bir de bu dinlerin aslı kaybolmuş, peygamberliğin izi, âsârı kalmamış ise… Bu itibarla, peygamber gelmiş midir, gelmemiş midir? Herhangi bir hükme varmamız tamamen imkânsızdır.
Meselâ Hıristiyanlık ele alınacak olursa, ilk Hıristiyanlık anlayışına ters olarak, tarihî süreç içerisinde meseleye ayrı bir veche verildi. Tevhid anlayışı bütün bütün terk edilerek, onun yerine "ekânim-i selâse" anlayışı yerleştirildi ve Hıristiyanlık bazı mensupları tarafından en büyük ihanete uğradı. Evet, onun, gökten inmiş kitabı, doğrudan doğruya Hazreti İsa’nın arkasından gelenler tarafından tahrif edildi.. ilâhî iken, beşerîleştirildi. Tevhidle gelmişken teslise alet edildi: Kimisi peygamberlerine "Allah’ın oğlu" dedi ve o mübareklerden mübarek zatın mübarek annesine de -hâşâ ve kellâ- ulûhiyet gerçeğinin bir parçası nazarıyla baktı. Kimisi de, Allah’ı cisimlerle birleştirdi, cisimlere hulûl ettirdi ve sapıklığın en ürperticilerini irtikâb etti. İşte bu şekilde bir mânâda vesenîleştirilmiş Hıristiyanlık akidesi ile Yunanlıların Zeus ve Afrodit anlayışı arasında esas itibarıyla hiçbir fark yoktur. Kitaplarını tahrif edenler de, tıpkı Yunanlılar gibi, büyüklerini ilâh kabul etti ve şirke girdiler.
İnsanlık tarihindeki bütün inhiraflar hep böyle başlamış, sonra da bu yanlışlıklar, bu tahrifler sürüp gitmiştir. Şayet Kur’ân-ı Kerim, Hazreti İsa’nın, Allah’ın peygamberi olduğunu, Hazreti Meryem’in de çok azize bir kadın bulunduğunu[7] söylemeseydi, kim bilir belki de, Hazreti Mesih’e de Hazreti Meryem’e de, Zeus ve Afrodit’e bakıldığı gibi bakılacaktı…
Demek ki, pek çok dinler var ki, insanlar tarafından tahrip edildiğinden bunların ilâhîlik yanı da tamamen silinip gitmiştir. Onun için bugün; şu ülkeye, şu mıntıkaya, şu topluluğa bir peygamber gitmiş midir, gitmemiş midir; kat’î hüküm vermek oldukça zordur. Kim bilir, (kat’î bir şey söylenemez ama) belki de, Konfüçyüs nübüvvetten hissedardı. Dinler tarihinin bu mevzudaki beyanı tatmin edici değildir. Hakkında yazılıp çizilenler de, derleme-toplama malumattan ibarettir. Ama biz, tarihte bir Konfüçyüs, bir Buda’nın var olduk larını ve bunların birer dinlerinin bulunduğunu ve bu dinlerin çok kalabalık cemaatler içinde hükümferma olduklarını.. şu andaki hüviyetleriyle, ilâhî, fıtrî, tabiî olmadıklarını, içlerinde yanlışlıkların, tahriflerin mevcut olduğunu biliyor, bundan dolayı da, sığıra tapma, kendini yakma, altı ay bir şey yemeden girip mağarada yatma gibi acayiplikleriyle bunları din olarak kabul edemiyoruz. Belki, bunlar da, birer hak kaynağa bağlı idiler; ama, daha sonra tahrif edilen diğer dinler gibi bunlar da değişikliğe uğradılar ve bir yönüyle din görünümlü beşerî bir sistem hâline geldiler.
Eğer Müslümanlar, dinlerinin kaynaklarını hassasiyetle korumamış olsalardı, aynı akıbet Müslümanlığın da başına getirilmek istenecekti. Aslında, dünden-bugüne böyle bir gayretin yok olduğu da söylenemez. Bir taraftan kasıtlı kimseler, diğer taraftan da gafil Müslümanlar, yakıştırma tevil leriyle aynı şeyleri yapmak istemektedirler. Meselâ bir kişinin içki içerken, zina irtikâp ederken yine de, kendini bütünüyle Müslümanlığı yaşıyor gibi görmesi, amelî sahada böyle bir tahribin ifadesidir. Hırsızlığı, kumarı, faizi de buna kıyas edebiliriz.
Konfüçyüs’e "peygamber" diyemeyiz, çünkü peygamber olmayana "peygamberdir" demek küfür olduğu gibi, peygamber olana da "değildir" demek yine küfürdür. Konfüçyüs ve ülkesi için düşündüğümüz aynı şeyler, Avrupa için de bahis mevzuudur. Ama kat’î bir şey söyleyemeyiz. Zira, bir şey bilemiyoruz.
Sokrates için söylentiler vardır, ama, Sokrates’in hayatı da bize tam intikal etmemiştir. Yahudiliğin tesirinde bir feylesof mudur, başka bir fikir adamı mıdır? Tam bir şey bilemiyoruz. Bazı düşünürler, onun Yahudilik tesirinde bir feylesof olduğuna hükmederler. Ancak tarihî vesikalar, Sokrates’in böyle olduğu mevzuunda, herhangi bir kanaat serdetmemektedirler. Eflâtun’un, kendisinden naklettiği şeylere bakılırsa, Sokrates diyor ki: "Benim gözüme bazı şeyler görünüyordu – Halüsi nasyon olabilir-. Bana insanlığın irşadı için bir şeyler telkin ediyorlardı. Çocukluğumdan beri, bütün insanlara, Allah fikrini telkin etmek, onları Allah’a tevcih etmek için vazifeli bir insan olacağımı biliyordum…" Binaenaleyh, Sokrates’in söylediklerinde şayet bir hakikat payı olsaydı fikre, felsefeye daha yakın ve daha uyumlu Avrupa topluluğu için zuhur etmiş bir peygamber olduğu söylenebilirdi. Dikkat buyurun "Sokrates peygamberdir." demiyorum. Çünkü değilse küfre girerim. Ama bir ihtimal ile sadece "olabilir" diyoruz…
Hadisin beyanına göre 124 bin veya 224 bin peygamber gelmiş. Biz bunların nerede zuhur ettiğini bilemiyoruz; ancak dört tanesinin yerini bilebiliyoruz. Muhbir-i Sadık Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), her yerde bunların zuhur edebileceğini söylüyor. O’nun bu irşadına binaen size, dünyanın çeşitli yerlerinde, adını ve sayısını bilemediğimiz bu peygamberlerin zuhur ettiğine dair bir kısım emareler arz edeceğim:
Bunlardan birisini bugün Riyad Üniversitesi’nde matematik profesörü, Kerkük Türklerinden Adil Bey’den nakledeceğim. Hoca diyor ki: "Amerika’da doktoramı yaptığım sırada, yer yer Amerika yerlileri ve zencilerle görüştüğüm oluyordu. Bu kabileler arasında bazen öyle dinî prensiplerle karşı karşıya kaldım ki, bu prensipler aynen bizdeki ulûhiyet akidesine uyuyordu. Meselâ: "Allah’ın eşi ortağı yoktur. Çünkü iki ilâh olsa idare karışır…" diyorlardı ki, bu, hemen hemen "Eğer yerde, gökte Allah’tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de (yer de gök de) bozulup gitmişti."[8] âyetinin mânâsını ifade ediyordu. Eğer bu hakikati zencilere bir peygamber fısıldamasaydı, bunu kendi kendilerine bilmeleri mümkün değildi. Yine bu zenciler "Allah doğmaz, doğurmaz." diyorlardı ki; bu da ancak aydınlanmış bir zihnin ifadesi olabilirdi. Çünkü doğmak, doğurmak beşere ait bir hassadır ve ihtiyaçtan ileri gelir. Allah böyle şeylerden müstağnidir. Eğer bir peygamber onların kulaklarına bu meseleyi üflemeseydi bunu nereden bileceklerdi? Binaenaleyh, hâlâ ateş dansları, yaşlıların kesilip yenmesi ve daha değişik telakkileriyle bu iptidaî cemaatlerde, böylesine derin, köklü ve ancak mütekâmil milletlerde rastlayabileceğimiz bir ulûhiyet akidesinin bulunması mümkün değildir. Olsa olsa bu onlara, dıştan bir nebi diliyle üflenmiş, telkin edilmiş bir hakikat olabilir.
Asrımızın fikir adamlarından, ateizmden dönmüş Pro fesör Mustafa Mahmud, daha evvel günümüzün modası olarak materyalizmin hayranı iken, Kur’ân-ı Kerim’i tetkik edip, İslâmiyet’i inceledikten sonra, 180 derece bir dönüşle küfürden uzaklaşmış ve füze hızı ile mescide ulaşmış birisidir. Mustafa Mahmud bir seyahatinden bahsederken diyor ki: Afrika’da, Neyam-Neyam ve Maw-Maw kabileleriyle karşılaştım. Neye inandıklarını sordum. Dediler ki; "Biz öyle bir Mâbud’a inanıyoruz ki, gökte durur, yerdekileri idare eder." Allah gerçi gökte durmaz ama, öteden beri "O Rahmân, Arş’a istiva etmiştir (oturmuş)."[9] âyet-i kerimesiyle ifade edildiği gibi, ilâhî emir ve hükümler gökten gelir. Onun için nazarlar ve eller göklere doğru kaldırılır.. ve gördüm ki, İhlâs sûresinin mânâsını söylüyorlar: "Allah, her şey kendisine dayanan ve kendisi hiçbir şeye dayanmayan bir varlıktır. O bir ana ve babadan doğmamıştır. O’nun eşi benzeri yoktur…" Başka bir kabileye gittim. Hâlâ, yaşlı ve hastaları kesip-yiyor olmalarına rağmen, bu vahşiler, Allah’a tıpkı bizler gibi inanıyorlardı. Kur’ân’ın anlattığına yakın bir tevhid anlayışları vardı. Şayet bu hususlar onların kulaklarına bir nebi tarafından fısıldanmış olmasaydı, bunları bilmeleri düşünülemezdi. Evet bu gerçekleri onlara nebiler fısıldadı. Sonra da âbâ an-ced, bu asra kadar gelip ulaştı…
Evet, ister Kur’ân-ı Kerim, ister realite, isterse tarihî gerçekler, bizlere, sayısını tam bilmesek bile, dünyanın hemen her yanına pek çok peygamberin gelmiş olduğunu göstermektedir.
Bu arada kadından peygamberler gelip gelmeyeceğini arz etmekte de yarar var. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten, ulemâ, fukahâ ve cumhur-u muhaddisîn derler ki, kadından peygamber gelmemiştir. Şaz olarak rivayet edilen, Hazreti Meryem ve Hazreti Âsiye’nin peygamberliği meselesi ise, kuvvetli değildir. Neticede de şu hükme varırlar: Kadınlardan peygamber geldiğine dair kat’î bir hüküm yoktur. Esas itibarıyla kadından bir peygamberin gelip-gelmeyişi de bir eksiklik değildir. Cenâb-ı Hak bütün eşyayı yaratırken zâid (+) nâkıs (-) esası üzerine yaratıyor. Müsavi şeyler arasında birbirini itme vardır. Madde parça ve parçacıkları dahi eğer sırlı bir izolasyona tâbi tutulmasalardı, aynı yükleri taşıyanlar birbirlerini iterlerdi ve çekirdek de dağılıverirdi. Esasen patlama işi de bundan ileri gelmektedir. Bunlar öyle bir hesapla yapılmıştır ki, kimi zâid, kimi nâkıs bu zıtlar, en küçük âlem olan atomlardan tutun da, ta nebülözlere kadar hepsinde aynı kanun cereyan etmektedir. Atomların teşkil ettiği insan ise, mikro âlem ile makro âlem arasında muvazene kuracak yapıdadır ve normo âlemin efendisidir. Ve insanda da, aynı kanunlar hükümfermadır. Yani insanda da, artı ve eksi olacak ki, birbirini celp etsin. Birinin şefkati, zaafı; öbürünün gücü, kuvveti bunları bir araya getirsin ve böylece atomdaki, nebülözlerdeki vahdet gibi bunların aralarında bir aile vahdeti teşekkül etsin.
Kadını sun’î olarak erkekleştirmek, artık günümüzde, herkesin gülüp geçtiği ve zaman zaman da içini çekip üzüldüğü mevzulardan biri olmuştur. Zamanla kadın kadınlıktan çıkarılıp bütün bütün erkekleştirilince, bu sefer o kendini farklı şekillerde ifade etme arayışlarına girmiş, ailede âhenk kalmayınca da, ailenin huzuru kaçmış, derken çocuklar ana okullarına, kreşlere bırakılmış, anne baba da kendilerine yeni muhitler aramaya başlamışlardır.
Allah’ın kadın mevzuundaki bu umumî kanunu, bir kadının peygamber olup olmama meselesinde de üzerinde durulmaya değer önemli bir husustur.
Ayrıca kadın çocuk doğuruyor. Bu çocuğu erkek dahi doğursaydı her hâlde erkekten peygamber gelmemesi lâzımdı. Çünkü, nübüvvet vazifesini ayda 15 gün hayızdan dolayı yapamayacak, imamete geçemeyecek, orucunu tutamayacaktı. Tabiî bir de lohusalık durumu var… ve hele hamile olunca, işleri yürütmesi bütün bütün zorlaşacaktı. Zira çocuğu karnında veya kucağında taşırken, sevkülceyş yapacak; insanları idare edecek; strateji tespitinde bulunacak ve fizikî durumunun gereği, bütün boşluklara rağmen, en önde bulunması gerekli olan bir insan kadar çelik-çavak hareket edecek… Bütün bunlar, kadının peygamberliğini imkânsız kılan şeylerdir. Evet, bunların kadınlar tarafından, kadınlara has arızalarla birlikte yürütülmesinin imkânı yoktur. Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu hususa dikkati çekmiş ve onları: "Yani dine ait meseleleri tam yerine getiremeyen ve o günkü sosyal hayat itibarıyla bazı şeyleri idrak edemeyenler."[10] diye anlatmıştır. Evet, dediğimiz gibi, neredeyse, ayın yarısı arızalı… Keza, çocuğu olduğu dönemde de ibadetleri noksan ve bazı vazifeleri açısından eksik… sonra da peygamberlik..! Hâlbuki peygamber, muktedâ bih, rehber ve kusursuz bir önderdir. Çünkü, herkes onun vaziyetine bakıp durumunu ayarlayacaktır. Herkes kadınlığa ait keyfiyetleri de, peygamberin saadet hanesindeki kadınlardan öğrenecektir.
İrtikâb: Kötü bir fiilde bulunma, yanlış
Muktedâ bih: Kendisine tâbi olunan, uyulan
Serdetmek: İleri sürmek
Nass-ı kat’î: Kur’ân’ın kesin ifadesi, hükmü
Vesenîleştirmek: Putperest yapmak
[1] 124 bin nebi olduğuna dair bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned 5/265; İbn Hibbân, es-Sahîh 2/77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/652; et- Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 1/95
[2] Bursevî, İsmail Hakkı, Tefsiru Ruhu’l-Beyan, 2/323; 6/49; 8/215
[3] Fâtır sûresi, 35/24
[4] İsrâ sûresi, 17/15
[5] Zilzâl sûresi, 99/7-8
[6] Fâtır sûresi, 35/24
[7] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/171; Mâide sûresi, 5/75; Tevbe sûresi, 10/30-31
[8] Enbiyâ sûresi, 21/22
[9] Tâhâ sûresi, 20/5
[10] Buhârî, hayz 6, zekât 44, iman 21, küsûf 9, nikâh 88; Müslim, küsûf 17, iman 132; Nesâî, küsûf 17, Muvatta, küsûf 2
Fetullah Gülen
kuranda 124 bin peygamber, 124 bin peygamber, kuranda peygamber sayısı kaçtır