Şirkin psikolojik ve sosyolojik nedenleri

Şirkin psikolojik ve sosyolojik nedenleri

imam
ŞİRKİN PSİKOLOJİK VE SOSYOLOJİK NEDENLERİ

Şirki yönelişlerde bulunan ve şirk fiilini işleyen fail in-san olduğu için, insanın araştırılması ve değişik boyutlanyla ortaya konulması gerekmektedir. Şirkin faili olan insana yeterli açıklık getirilmediği sürece, şirki yönelişlerin neden-leri de açıklık kazanamayacaktır.
İnsan nedir?
Nelere meyyaldir?
Zaaf ve yetenekleri nelerdir?
İnsanın yaratıhşıyla İlgili olan bu sorulara, kısa da olsa bir açıklama getirmemiz gerekecektir. Çünkü insanlan şirke sürükleyen nedenlerin hepsi, insan fıtratıyla ilgilidir. Dolayısıyla insanlan şirke götüren nedenleri vermeden önce, bu nedenlerin tesirinde kalan insan fıtratına genel bir açıklık getirmemiz gerekecektir.

İnsan Fıtratına Genel Bakış

Tevhid ve şirk meselesini incelerken, Allah’a şirk ko-şan müşrik ile Allah’ı birleyen muvahhid, farklı farklı yaratılışlarda bulunan iki ayrı mahluk olsaydı, bu durum bizler için çok daha basit ve anlaşılır olabilirdi. Oysa biliyoruz ki her iki yönelişin sahibi de insandır. Muvahhid bir müslü-manın temel yönelişi olan tevhid ile, herhangi bir müşri-ğin yönelişi olan şirk, aynı insan fıtratında meydana gel-mektedir. Varoluşları itibariyle aynı yaratılışta bulunan insanlar, birbiriyle tamamen zıd oian iki ayn fiile, iki ayrı istikamete yönelebilmektedirler.
Birbiriyle çelişen bu farklılığı, yaratılıştaki veya fıtrat-taki farklılıklar olarak algılayamayız. Çünkü insanı nasıl ve ne şekilde yarattığını hakkıyle bilen şanı yüce Rabbimiz, insanın yaratılışıyla iîgili olan gerçeği apaçık bir şekilde be-yan etmektedir.
O halde sen yüzünü hanif olarak dine, Allah’ın o fıtra-tına çevir id (Allah) insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışında değiştirme yoktur. Bu (din) dosdoğru (müs-takim) bir dindir. Ancak insanların çoğu bilmezler. [3]
Konumuzla ilgili olarak anlamamız gereken gerçek; Allah (c.c.) sadece müslümanları değil, bütün insanları İslam üzere yaratmıştır ve bütün insanlarda bu dinin gereği-ni yerine getirebilecek imkanlar ve yetenekier bulunmakta-dır.
Kur’an’ı Kerim’de zikredilen birçok İlahi buyruğu dik-kate aldığımız zaman, İlahi hükümlerle muhatap olan insanların değişik konularda inanmak, sevmek, korkmak, sa-kınmak, itaat etmek, duymak, görmek, bilmek, düşünmek, konuşmak, unutmak, hatırlamak, umudlanmak, özenmek, güvenmek ve istemek gibi farklı fiillerle mükellef oldukları-nı görürüz.
İşte bütün bu mükellefiyetlerin yerine getirilmesi için gerekli olan fıtri donanım, insanda bulunmaktadır. Daha açık bir ifadeyle sevmekle yükümlü olan insanda sevme vasfı, korkmayla yükümlü olan insanda korkma vasfı, itaat etmekle yükümlü olan insanda itaat vasfı, bu insanın fıtra-tında bulunmaktadır. İnsanlar sevmeye, korkmaya, itaat et-meye, isyan etmeye meyyal olarak yaratılmışlardır.
Ancak yaratılış itibariyle bütün insanlarda bulunan bu fıtri özellikler, insanlann tercihlerine göre şekillenmekte, insanlann tercih ettikleri şeylerle doldurulmaktadır.
Mesela korkmaya meyyal olarak yaratılan bir insan, fıtratında bulunan bu korku boşluğunu, Allah korkusuyla veya Allah’tan başka şeylerin korkusuyla doldurabilir. Sev-mek ve itaat etmek yönelişleri de böyledir.
İslam üzere olan bu fıtratın yaratılışta değişmeyeceği ve değiştirilemeyeceği ise ayet-i kerimenin devamında zikredilmektedir.
Allah’ın yaratışında değiştirme yoktur.
İnanmak, sevmek, korkmak, sakınmak, itaat etmek, duymak, görmek, bilmek, düşünmek, özenmek, güven-mek., vs. gibi fıtri temayüllerde yaratılan insanlar hangi dine girerlerse girsinler, onlarda meydana gelen değişiklik fıtri temayüllerde değil, bu fıtri temayüllerle yöneldikleri, benimsedikleri ve sahiplendikleri şeylerdedir.
İnsan fıtratıyla ilgili olan bu gibi İlahi kanunları, zamanımızdaki birçok insandan daha iyi idrak eden şeytan aleyhiliane, şeytani çalışmalarına bu İlahi kanunlan dikkate alarak yön vermektedir. Nitekim Allah’ın yaratışında de-ğiştirme yoktur buyruğunun, kesin ve değişmeyen İlahi bir kanun olduğunu bilen şeytan aleyhiliane, bu nedenle fıtri temayülleri değil, bu temayüllerle yönelinen şeyleri değiş-tirmeye çalışmıştır. Mesela fıtraten korkmaya meyyal ola-rak yaratılan bir insana yanaşırken, bu insanda fıtri bir temayül olarak bulunan korkma vasfını yoketmeye veya de-ğiştirmeye çalışmaz. Çünkü bu fıtri temayülü yokedemeyeceğini veya değiştiremeyeceğini çok iyi bilir!.
Zaten onun rahatsız olduğu şey insanın korkmaya meyyal olarak yaratılması değil, bu fıtri temayül ile Al-lah’tan korkmasıdır. Bu durumu önlemesi ve ve bunun da ötesinde insanların bu fıtri temayülünden faydalanabilmesi için, korkmaya meyyal olarak yaratılan insanları şeytani vesveseler ve tağuti müeyyidelerle korkutması gerekmekte-dir. Nitekim şeytan ve dostlarının da yaptığı bu değil mi-dir?
Cahili sistemlerde yaşayan insanların fıtratları, şeytan ve dostlarının böylesi müdahalelerine maruz kalmıştır. İyili-ğe ve kötülüğe meyyal olarak yaratılan insanlar, şeytani propagandalarının tesirinde kalarak iyiliği küçümser, kötü-lüğü benimser duruma getirilmişlerdir. İtaat ve isyana meyyal olarak yaratılan insanların Allah’a itaat, tağuta is-yan etmeleri gerekirken; bu insanlar tağuta itaat, Allah’a isyan eder duruma getirilmişlerdir.
İslam nasıl ki insanın fıtratını veya yaratılış gerçeğini dikkate alıyorsa; insanlara zulmetmek isteyen şeytan ve dostları da yine aynı fıtratı dikkate almaktadır. Tevhid ve şirk, aynı insan fıtratında meydana gelen fakat birbiriyle tamamen zıd olan iki ayrı yöneliştir.
Tevhid ve şirkle ilgili birçok yönelişi, birbiriyle muka-yese ederek inceleyecek olursak, iki ayrı yönelişin aynı fıtrattan kaynaklandığını gayet rahat müşahade edebiliriz. İn-sanlarda aynı fıtri temayüller, aynı fıtri gereksinmeler bulunmasına rağmen, insanlar hem tevhide ve hem de şir-ke yöneleb ilmektedirler. İnsanları şirke götüren yönelişle-rin nedenlerini ise kısaca şu başlıklarda inceleyebiliriz.

1- İnsanlara Tevhidi Davetin Yapılmaması

İnsan fıtratının en belirgin özelliği, boşluk kabul et-memesi veya boşluğa tahammül etmemesidir. Dolayısıyla insan fıtratında bulunan bütün temayüller, bütün gereksin-meler, mutlaka ve mutlaka bir muhatap arar ve bu muha-tapla boşluğunu doldurmak ister. Mesela korkmaya meyyal oîarak yaratılan insan fıtratı, bu fıtri boşluğunu mutlaka ve mutlaka doldurur. Yaşadığımız dünyada Allah’tan veya devletten veya ölmekten korkmayan birçok insan olabilir. Ancak hiçbir şeyden korkmayan tek bir insan yoktur. Her insanın mutlaka korktuğu, gizli veya açık bir şey vardır. İn-sanların fıtratında bulunan bu korku boşluğu, mutlaka ve mutlaka bir korku ile doldurulmuştur. Sevmek ve inanmak gibi fıtri boşluklar da böyledir.
İnsanların fıtratında bulunan bu boşluklar, doğru veya yanlış, iyi veya kötü, güzel veya çirkin mutlaka bir şeylerle doldurululmasına rağmen, insan fitratıyla bütünleşebilecek değerler, an-cak ve ancak İslam’ın değerleridir.
İnsan fıtratı ve insan fıtratında bulunan temayüller, İs-lam’ın gerçekleri ile donandığı zaman; fıtratına yabancı olmayan bu değerlerle ahenkli bir bütünlüğe girmekte ve ke-male yükselmektedir.
Tabi ki insanlarda bu kemalin veya bu olgunluğun gerçekleşmesi, insanların öncelikle tevhidi davetle karşılaşmasıyla mümkündür. Yaratılışları itibariyle bir şeylere inan-maya, bir şeyleri sevmeye veya bir şeylerden korkmaya meyyal olan insanlar, bu fıtri ihtiyaçlarını muhatap alan hak davetle karşılaşmadıkları zaman, şeytan ve dostlarının batıl davetlerinden çok daha çabuk etkilenebileceklerdir. Çünkü tevhidi davetin muhatap almadığı insan fıtratını, şirki davet muhatap almakta ve tevhidi gerçeklerle donanmayan fıtri boşluklar, bu batıl davetle doldurulmaktadır.

2- Dünyevi Endişeler Ve Nefsi Marazlar

Yukarıda yazdıklarımızdan hareket ederek Hak da-vetle karşılaşan her insan mutlaka bu davete icabet eder diyemeyiz. Çünkü biliyoruz ki hak davetle karşılaşmalarına rağmen bu daveti kabul ermeyen birçok insan bulunmak-tadır. İşte bu insanların tevhidi daveti reddedip, şirke yö-nelmelerinin önemli bir nedeni, dünyevi endişeler ve nefsi marazlardır.
Mesela temeli zulme dayalı olarak mala, mülke veya makama sahip olan insanlar, hak davetle karşılaştıklan zaman, meselenin sadece kabul ve tasdik olmadığını bilirler. Hakkı ve adaleti kabul etmekle birlikte, doğal olarak batılı ve zulmü reddetmeleri gerektiğinin de farkındadırlar. Böy-le bir inkar ise zulme dayalı olan bütün makamların, sö-mürüye dayalı olan bütün menfaatlerin de inkan olup, zu-lüm ve sömürü müptelası olan kimseler için aşılması mümkün olmayan engellerdir.
Ekabir takımı için faturası kabank kabul edilen bu gibi dünyevi endişelerin, halk kitlelerinde bir lokma ekmek veya iki kuruş maaş gibi çok küçük birimlere indiğini görü-rüz. Bir lokma ekmek veya iki kuruş menfaatin yanısıra, devletten ve devlet adamlanndan korkmak, birçok zavallı insanın şirke yönelmesi için yeterli birer sebeb olabilmek-tedir.
Ayaklarındaki ve gönüllerindeki zincirleri biricik mal-varlıklan olarak kabul eden bu zavallılar, ne hazindir ki zincirlerden kurtulmak için değil, bu zincirleri kaybetme-mek için mücadele etmektedirler. Bu zincirlerden kurtul-mak, boşlukta kalmak gibi bir kabustur bunlar için!
Böyle anmışlar, böyle inandınlmışlardır bu zavallı-lar!.
Nitekim asker askerliğini, işçi işçiliğini, köle köleliğini bu itikadla yapmaktadır!.
Geçmişteki hıristiyanlar, rahiplerine birkaç kuruş ve-rerek cennet tapusu alıyorlardı. Herkesin yadırgadığı bu durumu, ben pek yadırgamıyorum.
Hem neden yadırgayım ki!
Birkaç kuruş menfaat için gerçek cennetlerini satan milyonlarca insanla bir arada yaşarken, onları nasıl yadır-gayabilirim?
Birkaç kuruş karşılığında cennet umudu alanlar mı yadırganmalı, yoksa birkaç kuruş karşılığında gerçek cennetlerini satanlar mı?

3- Yarını Uzak Görme

Yarını uzak görme, insanlarda genel bir hastalık du-rumuna gelmiştir. Herhangi bir şeyin vadesi uzadıkça, üze-rine binen faizne olursa olsun bedeli ufalmaktadır birçok insanın gözünde. İlahi tehditlere rağmen şirke yönelmeleri yine aynı marazdan, aynı batıl yaklaşımdan kaynaklanmak-tadır. Hesap veya ceza gününü uzak gördükleri için; uzak olan yannlardaki tehdit, onların bugününü pek etkileme-mektedir.
Halbuki gerçek böyle midir?
Yarınlar uzak, gerçekten uzak mıdır?
Oysa uzak olan, yarın değil dündür. Yirmi yıl sonra-mız değil, yirmi saniye öncemiz uzaktır, uzaklaşmıştır biz-den. Yirmi yıl yol gitsek, yirmi saniye öncemize varabil-memiz mümkün değildir.
Fakat yarınlar, yannlar, durmak bilmeyen adımlarla üzerimize doğru gelmektedir. Yarınlardan kaçmak, yarınlardan uzaklaşabil-mek, durmayan zamandan korkanlar için dermansız bir derttir..
Aslında insanın kendisi de, yarınların geleceğini, mutlaka ve mutlaka geleceğini bilmektedir. Mesela ihtiyacı olan herhangi bir insana Bugün sana yüzbin lira vereyim, bir hafta sonra üç tırnağım kelpetenle sökeyim! deseniz, ihtiyacı olmasına rağmen teklifinize yanaşmaz. Çünkü za-manın durmadığını, bir haftanın geçeceğini ve o günün geleceğini bilir.
Peki bir hafta geçecek de, bir yıl veya bir ömür geçmeyecek mi?
İnkar edemeyecekleri ölüm günü, inandıklarını söyle-dikleri hesap günü gelmeyecek mi?
Biz yaşasak da, biz ölsek de, tıkır tıkır işleyen zaman hiç durmadan, hiç yorulma-dan hesap gününe doğru yol almıyor mu?
Fakat ne gariptir ki bir haftanın geçeceğini gayet açık bir şekilde idrak eden birçok kimsenin kısa aklı, me-sele ölüm veya hesap gününe geldiği zaman bulanmakta-dır.
Burunlarının dibinde olan ölüm veya hesap günü çok uzaklardadır bunlar için!. Nitekim çok uzaklarda kabul ettikleri İlahi tehdit, çok uzaklarda kabul ettikleri İlahi azap, onlan şirkten veya azgınlıktan caydırıcı değildir!.
Ahirete kuşkuyla bakan kimseler için, yeniden dirilme ve hesaba çekilme haberleri ise onlann korkmasına değil, kalplerinin bir köşesinde sevinmelerine neden olmaktadır.
Çünkü ahirete kuşkuyla bakan bu kimselerde, ölmek ve yok olmak korkusu vardır. Meseleye bu korkuyla yak-laştıklan için, hangi şartta olursa olsun yeniden dirilmeyi güzel bir ihtimal olarak görürler. Yok olmak korkusu, ce-hennem korkusundan çok daha fazladır bu kimselerde!. Tabi ki bu batıl yaklaşım, cehenneme inanmamanın, ce-hennemi bilmemelerinin bir neticesidir. Oysa cehennemin müthiş gerçeğiyle karşılaştıkları zaman, Kur’an’ı Kerim’de beyan edildiği gibi Bizi helak et, bizi yokeî ya Rabbi diye-rek çılgınca feryat edeceklerdir.
Bazılarının kuşkuyla baktıkları, bazılarının uzak gördükleri yarınlar, Allah’a andolsun ki gelecektir, geliverecektir..

4- Batıl Umudlar

İnsanları doğru veya yanlış birçok şeye sevkeden önemli bir etken umuddur. İnsanlar neleri umud ederek, neler yapmışlardır kendi tarihlerinde. İnsanlardaki cennet umudu ise geçmiş tarihten günümüze uzanan ortak bir umuddur. İnsanlardaki cennet umudu ortak bir umud ol-masına rağmen, bu ortak umud için yapılmak istenenler ve yapılanlar birbirinden oldukça farklıdır.
Allah’ı birleyen muvahhid müslümanlar, kendilerini Allah’ın hoşnutluğuna götürecek cennet yolunu Kur’an ve sünnette ararlarken, bazıları firavunların izinde, bazıları bel’amiarın dininde, bazıları sapıkların tekkesinde aramaktadırlar!.
Asr-ı saadet döneminde sadece Efendimiz (s.a.v.) ‘in pak eteğine tutunarak cenenete gidebileceğini zanneden tek bir müslüman yokken; günümüz hem kirli eteklerle ve hem de cennet umuduyla bu eteklere tutunan etekçilerle doludur.
Netice olarak insanları tevhide yöneltmesi gereken cennet umudu, birçok insanın şirke yönelmesine neden olmaktadır. Yaşadığımız dünyada cennet umuduyla cehen-neme yönelmek, yaygın ve çağdaş birer hastalık durumu-na gelmiştir.

5- Duyu Organlarının İlahlaştırılması

Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) insanlan bazı duyu organlarıyla yaratmasına rağmen, bu duyu organlan herşeyi kuşatabilecek, herşeyi algılayabilecek keyfiyette değil-dir. Ancak insanlardan birçoğu bunun pek farkına varmazlar. Onlar için varlık alemi, duyu organlarıyla müşahade edebildikleri şeylerdir. Ellerindeki tahta kılıçlarıyla dünyayı fethedeceğini zanneden çocuklar gibi, bunlar da duyu or-ganlarıyla kainatı fethedebileceklerini zannederler!,
Ancak benim gördüğüm veya benim işittiğim vardır demek, aynı zamanda Ben herşeyi görürüm, ben herşeyi işitirim demektir!.
Oysa biliyor ve iman ediyoruz ki herşeyi gören ve herşeyi işiten Rabbimizdir. Bu mutlak sıfat, Rabbimize ait bir sıfattır.
Bizler ise yaratılmış birer insanız.
Gözümüz ve kulağımız olmasına rağmen ne her şeyi görebilir, ne de her şeyi işitebiliriz. Bu kısıtlı duyu organlarına, kuşatıcı ve mutlak olan İlahi vasıflan nisbet etmek, duyu organlarını ilahlaştırmaya çalışmak demektir. İşte böylesi yaklaşımlar, insanlan şirk olan ataistlikten, küfür olan ateistliğe kadar götürebilmektedir.
Görmediğime inanmam diyen ateistlerin bu sapıklı-ğı, farklı boyutta müşriklerde de bulunmaktadır. Nitekim canlı veya cansız sembollere İlahilik nisbet eden müşrikler, göremedikleri tanrıyı, görülebilir hale getirmekten yanadırlar. İbadet için yöneldikleri merciyi, müşahhas yani somut hale getirmek isterler. Çünkü böyle yaptıkları zaman, duyu organlan erişemedikleri boşluktan kurtulacak ve bu organlan erişebilecekleri, tutunabilecekleri bir dal olacaktır.
Müşahhas hale getirdikleri ve yöneldikleri bu put, ister canlı olsun, ister cansız, ister taştan olsun, ister tahtadan, onlar için farketmez. Yöneldikleri bu putun tann olmadığını bilseler bile, yine de bu puttan vazgeçmezler. Çünkü bu putperestler için yöneldikleri canlı veya cansız put tanrı olmasa da, yine de tanrının bir sembolü, bir işareti veya onlan tanrıya götürecek bir aracıdır. Mühim olan ibadet için yönelinen şeyin kendilerine göre meçhullükten çıkıp, müşahhas hale gelmesidir. Hele hele bu put koskocaman yapılmışsa, duyu organlarının tatmin olması ve etkilenmesi daha kolay olmaktadır.
Nitekim falancanın kabrini veya filancanın heykelini çok büyük boyutlarda yapan müstekbirler, bütün bunlan mevtaya olan saygılarından değil, bu sapık yönelişteki in-sanlan etkileyebilmek içindir.
Netice olarak Görmediğime ibadet etmem diyen ateist ile, Ancak gördüğüme ibadet ederim diyen müşrik arasında, önemli bir fark yoktur. Her ikisi de görülebilir bir tann istemektedirler. Birisi göremediği tannyı inkar et-mekte, diğeri ise göremediği tanrıyı, canlı veya cansız sembollerle görülür hale getirdiğini zannetmektedir!.
Her ikisinin de kaikış ve batış noktası duyu organları-dır.

5- Çoğunluğun Etkisi

İnsan toplumsal bir yaratıktır derler. Kitlelerin ge-neli için doğru bir söz olsa gerek. Nitekim birçok insan kimlik ve kişiliğini, içinde bulunduğu gruptan veya toplum-dan almaktadır. Bu insanlar kendilerini tanımlarken, kendi benliklerini ifade eden Ben kelimesi yerine, içinde bulun-duğu çoğunluğu kastederek Biz kelimesiyle söze başlar-lar. Biz şöyleyiz, biz böyleyiz gibi tanımlamalar, o insanların kendilerini içinde bulundukları çoğunluğa göre tanımlamalarıdır.
Böylesi durumlarda söz konusu topluluk doğruda, iyi-de veya güzelde ise herhangi bir probiem yoktur. Hatta problem olmadığı gibi birçok müsbetlikler de bulunmakta-dır. Ancak insanı etkileyen grup veya toplum, batıl veya cahili bir nitelikteyse durumlar tam aksi yönde değişmek-tedir. İnsan ve toplum arasındaki olumlu olan etkileşim, gayet olumsuz bir vadiye kaymaktadır. Cahili toplumun in-san üzerindeki baskısı, bu insanı doğrudan, bu insanı iyi-den, bu insanı güzelden uzaklaştırıcı bir baskı olmaktadır.
İşte böylesi toplumlarda, toplumun yanlışlığına rağmen doğruyu görmek, toplumun kötülüğüne rağmen iyiyi tercih etmek, her kişinin değil er kişinin işidir.
Çünkü böyle bir tercihte, binlerce ağızdan çıkan Bu doğrudur sözüne, tek bir ağız ile Hayır, bu yanlıştır demek vardır, çünkü böyle bir tercihte, yanlışın çoğulcu kalabalığın-dan çıkıp, doğrunun ıssız gölgesine sığınmak vardır, çünkü böyle bir tercihte, topluma ve toplumsal de-ğerlere karşı çıkmak, toplumun ve toplumsal değerlerin baskısına göğüs germek vardır..
Dolayısıyla kendi kişiliğini içinde bulunduğu grupta veya toplumda bulan kimseler için, böyle bir tercih mümkün değildir. İçinde yaşadıkları grubu veya toplumu reddet-mek, kendi benliğini, kendi kişiliğini reddetmek gibi im-kansız bir iştir bu kimseler için!.
Bu kimseler doğru veya hak bir sözle karşılaştıkları zaman, bu sözü kendilerine göre değerlendirmezler, değerlendiremezler. Akıllarına ilk gelen şey, bu söze karşı gruplarının veya toplumlarının yaklaşımıdır. Grubun veya toplu-mun reddettiği bir şeyi, doğru da olsa bunlann kabul etmesi söz konusu değildir.
Nitekim cahili toplumlarda yaşayan böylesi kimseler-den, şu ifadeleri sık sık duymamız mümkündür.,
Bunca insan yanlışta da, sen mi doğrudasın?
Bunca insan bilmiyor da, sen mi biliyorsun?
Bunca insan aldatıldığının farkında değil de, sen mi farkındasın?
Bu kimselerin mantığına göre, iyi veya doğru çoğun-luğun yani toplumun kabul ettiğidir. Oysa tarihe baktığımız zaman bu mantığın birçok hadisede çöktüğünü görürüz.
Sünnetullah gereği- topluca helak edilen- kavimler, topluca batılda değil miydi?
Peygamberlerin gönderildiği toplumlar, hak tebliğe topluca karşı çıkmıyorlar mıydı?
Yakın tarihten örnek verecek olursak, mesela Hitler, koca bir toplumun desteğini almamış mıydı?
0 halde, toplumu veya toplumsal çoğunluğu esas alarak hangi şeye Mutlak doğrudur diyebiliriz?
Ne var ki bütün bunları yazmamız, kimlik ve kişiliğini toplumdan alan zayıf karakterli kimseler için yine de bir çözüm olmayacaktır. Onlar yine çoğunluğa göre karar ve-recekler, çoğunluğun ulu dediği cüceleri, uluyarak kutsayacaklardır.
Bu kimseler Ellen gelen düğün bayramdır derler!.
Oysa ellen gelen zulüm, ellen gelen sömürü, ellen gelen cehennem ise, bunun neresi bayramdır!.


Cevap: şirkin psikolojik ve sosyolojik nedenleri

AYSEVEN
ailede yetiştirme tarzı, inanç eksikliği ile büyüyen çocuklar, aşırı dünya sevgisi mal mülk sevgisi ,gibi bir çok nedenler şirk sebebi olabilir ayrıca çevre faktörüde önemli bir nedendir

Yorum yapın

1melek.com petinya.net Kompozisyon/ !function(){"use strict";if("querySelector"in document&&"addEventListener"in window){var e=document.body;e.addEventListener("mousedown",function(){e.classList.add("using-mouse")}),e.addEventListener("keydown",function(){e.classList.remove("using-mouse")})}}();