"Âmentü" Hassasiyeti
elif07
"Âmentü", "İman ettim-İnandım" anlamina gelen Arapça bir fiil. İslâm ıstılahında, inanç esaslarına bağlılığın ifadesi. Bir Müslüman, daha ilk yaşlarda, "Âmentü" diye başlayan bir ahidleşme eğitimi içine girer. "Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, öldükten sonra dirilişe" inandığını bildirir. Bu, kalbî ve kavlî, yani dil ile ifade edilen ve kalben onaylanan bir bağlanıştır. Bu teahhüd, Müslümanın en temel kabulleridir, kişiliğinin mihveridir, öz dokusudur. Müslüman olmak, bu teahhüdle varolan bir şeydir.
Bu çerçeveye İslâm akîdesi denir. Akide bağlanılan şey demektir. İnsan, "Âmentü" dediğinde, kendi kişiliğini, çok temel ölçülerle, bağlamış olur. "İman" bu bağlanış halidir. Bu bağlılığı kişiliğine özümsetmiş olanlara da "Mü’min" denir.
"İman" olmadan, Müslüman olmak mümkün değildir.
Bir Müslümanın en öncelikli duyarlığı, iman halini bir bütün olarak korumaktır. İmanda kesinti olmaz, parçalanma olmaz. Müslüman her nefesi mü’min olarak yaşama duyarlığı içindedir. O yüzden, "son nefesi mü’min olarak vermek", bir Müslüman için en stratejik hedeftir. Hatta Müslüman, bir gaflet içine düşüp, son nefesi mü’min olarak verememekten endişe eder. Ama bu korkuyu dengeleyen ümidin kapısı, Allah’ın sonsuz rahmeti sebebiyle her zaman açıktır. . Bu sebeple, Müslümanın ruh hali "beyne’l-havfi ve’r-recâ- Korku ile ümit arasında"dır. Bu, iman üzerindeki titizlikten ileri gelir. Çünkü imanın makarrı – yani yerleştiği yer olan kalb, değişmeye müsait bir manevi iklimdir. Müslüman, kalbinin iman üzre sekinete ulaşmasını, sebata ermesini diler hep…
"Amentü"nün kalbe yüklediği sorumluluğun farkında olmak, ancak onun hukukunu bilmekle mümkündür. Âmentü’nün hukukunu bilmek ise, o bütün içine giren her "iman umdesi"nin insan için ne anlam ifade ettiğini bilmekle mümkündür.
Yaşanan sürece baktığımızda görülen şu ki, Müslümanla "Amentü"nün ilişkisi, tedricen aşınan bir ilişki haline gelmiştir. Asıl olan bilgi, şuur ve iman duyarlığıdır. Önce bilgi ve şuur hali aşınmış, ancak iman duyarlığı devam etmiştir. Ancak bilgi ve şuur boyutu aşınan bir duyarlığı devam ettirmek mümkün olmadığı için, zaman içinde iman duyarlığı da yerini gaflete terketmek zorunda kalmıştır. Bu, imanın farkında olmama halidir. Ne kadarı var, ne kadarı yok, nerede yara almış, neresi yeniden inşa edilmiş, hangi iman umdesine ne kadar yabancılaşılmış…Kiş ilikle iman arasında hangi bağlar mevcut, hangisi kopmuş, hangi kişilik özelliği hangi akideden kaynaklanan kabullerle biçimlendirilmiş… Neredeyse tüm sınırlar belirsizlik içine sürüklenmiş…
İslâm’ın aradığı "Amentü" duyarlığı böyle bir belirsizliği kabul etmez. Çünkü bu belirsizlik içinde, hayatı, akide çevresinde dokuma imkânı yoktur. Akide, bir yerde durur, kişiliğimiz bir yerde ve kişiliğimiz, her türlü başka iman umdesinin etkisiyle şekillenmeye açık hale gelir. Oysa "Amentü" çerçevesi, bir "Dinü’l-kayyim-sapasağlam bir din" oluşturur. Yani her unsuru birbirini bütünleyen, sapasağlam bir hayat manzumesi inşa eder.
İnsan, "Âmentü"nün en temel umdesi olan "Allah bilgisi"ne ulaşmak ve O’nun hukukunu bilmek zorunda.
Allah’ı bilmeyen insanın, hiçbir şeyi yerli yerine oturtması mümkün olamaz. Tabiî kendi varoluşunu da…
Hayatı izah edemez.
Başka insanlarla, eşya ile hukukunu bilemez.
Allah’ı bilmek demek, O’na göre kendi konumunu belirlemek demektir. "O beni ilgilendirmiyor" dediğinizde bir dünya oluşturursunuz, O’nu yok farzederseniz bir dünya oluşturursunuz, O’na başkaldırırsanız bir dünya oluşturursunuz, farklı tanrıların varolduğunu düşündüğünüzde bir dünya oluşturursunuz…
O’na iman ettiğinizde, O’nu sevdiğinizde, O’nun buyruklarını önemsediğinizde, O’nu varoluşunuzun gerçek sebebi olarak telakki ettiğinizde ise başka bir dünya oluşturursunuz.
Her yaklaşım, hem kendi kendinize bakışınızı, hem insanlarla ve eşya ile ilişkinizi etkiler.
Allah’ı yok farzedip de yeryüzünde, insan ilişkilerini aşkın değerler üzerine kurma imkânı yoktur meselâ… O’na başkaldırıp da, bir çıkış yolu bulma imkânı da yoktur. O’nu yok farzederek kuracağımız dünyayı bir cangıl olmaktan kurtarma imkânımız da yoktur… Çünkü orada "üstün değer"i Allah belirlemeyecekse kim belirleyecek gibi çok temel bir soru vardır.
Allah imanı etrafına örülen diğer iman umdeleri de, aynı tarzda, insan hayatını yönlendiren temel kişilik çerçevesi oluştururlar. Her birinin, insan hayatına taşıdığı duyarlıklar vardır. Ahirete inanan insanla inanmayan, Kitaba inanan insanla inanmayan, Peygamber’e inanan insanla inanmayan, Meleklere ve kadere inanan insanla inanmayan için hayatın dayanak noktaları ve temel öncelikleri farklıdır. Başka dünyalar kurar bu insanlar… Kimin hayatında ahiret duyarlığı varsa, o, bir başka yerde karşılaştığında utanmayacağı bir hayat yaşamağa çalışır. Kimin hayatında Kitap duyarlığı varsa, o hayatını, Allah’tan gelen ölçüler içinde biçimlendirme gayretine soyunur. Peygamber, onun için ebedi bir ışıktır, rehberdir…
Fir’avn niye Fir’avndır da Musa niye Musadır?
İşte bu sorunun cevabı, Allah bilgisi, Allah şuuru ve Allah imanında saklıdır.
Özetle "Amentü"nün muhtevasını kavramak demek, varoluşun anlamını çözmek demektir.
Bilâl-i Habeşi, Mekke inkârcılığı içinde, "Âmentü" ile buluşmuş bir insandı. İmanını korumak için işkenceye katlandı. İman ne anlam ifade ediyordu Bilâl için? Bir insan neden katlanır işkenceye? Demek onun için iman, hayattan daha kıymetli bir şeydi. Uğruna hayattan vazgeçilecek bir şeydi.
Bilâl, "Amentü" demekle, tüm bir varoluşun muhasebesini yapmış, dünyayı, âhireti şuur süzgecinde kantara vurmuştu. Dünyayı verecek, ölümsüzlüğü kazanacaktı. Emin olmak gerekir ki, her şeyini vermeye hazırdı Bilâl "Allah kelimesinin yüceliği için…"
Süheyb-i Rûmi, "Bin canım olsa alabilirsiniz, yeter ki Peygamberime bir şey olmasın" derken, Peygamber’e imanın kendi hayatı açısından değerini ifade etmiş olmaktaydı. Çünkü Peygamber onlar için, "onları gerçekten diri kılacak bir mesajın taşıyıcısı" idi… Şayet Peygamber onların ellerinden tutmasa idi, onlar için hayatta olmanın bir anlamı yoktu. İnsan olduklarını anlamışlardı Peygamber’in önderliği ile.
Onlar "Amentü"nün her umdesinin içini böyle doldurmuşlardı.
"Amentü" demek, içimizde bir kalb olduğunun farkına varmak demektir. O kalbin, ancak Allah’la buluştuğunda itmi’nana ereceğini kavramak demektir. O kalbin ancak Allah bilgisi ile diri olacağını anlamak demektir.
Hayatlarımız savrulup gidiyorsa biz farkında olmadan, kalbimize bakmalıyız. Oradaki Allah bilgisinin diriliğine… Akide bütünlüğümüzün kalbimize yansıyıp yansımadığına… "Amentü" duyarlığının var olup olmadığına… "Allah" ismi celâli anıldığında kalplerimizin ürperip, ürpermediğine…
Kur’an, açık denizde fırtınaya yakalanmış bir insanın hemen Allah’ı hatırlayacağını, ama o zor durumdan kurtulur kurtulmaz yeniden gaflet ve inkâr uçurumuna yuvarlanacağını bildirir. Fırtınaya tutuluş, bir şok halidir. Demek, bir şok halinde insanın genlerine kazınmış Allah bilgisi gün yüzüne çıkıyor. Bir hastalık halinde tutunacak dal arıyoruz. Bir felâketi göğüslerken ötelerden bir el uzanmasını diliyoruz. İnanç, uçurumdaki bir dal oluyor bizim için.. Oysa İslâm, imanı bir tıkanmışlığın sığınağı değil, iradî bir kabulleniş olarak anlıyor. Bir hayat tarzı olarak, bir ruh dokusu olarak.
Ahmed Taşgetiren
Cevap: Amentü Hassasiyeti
AYSEVEN
amentü duasını hemen hemen her müslüman bilir bir dua bukadar güzel ve anlamlı olur Allah’a inanç ne güzel anlatılmış ve kitaplara ve resule ve şahadet ne güzel yazılmış