Kalu Bela Zamanı
asker1
değerli kadeşlerim benim 2 adet sorum olacak fazla mesaj kalabalığı olmaması açısından iki soruyu burda sormak daha iyi diye düşündüm..
1. SORU : araf suresi 172-173 üncü ayetlerde kalu bela için der ki; biz ademin sulbünden soyunu çıkarıp sorduk…
şimdi kalu bela zamanı dediğimiz zamanda insanlar yaratılmışmıydı.. adem in sulbü dediğine göre demekki adem yaratılmıştı ve bu da hiç bir şey yaratılmadan önce açıklamasını etkisiz kılar doğrumu? kalu bela nın tam açıklaması nedir?
2.SORU: bir yerde okumuştum bu lehvi mahvuz da görevli meleklerin kalem yazarken ki seslerini duyarsın bu tam olarak nasıl dı ve nerde geçiyordu… lehvi mahvuz hakkında tam bilgilerimiz neler?
Cevap: Kalu Bela Zamanı
Desert Rose
1. Cevap:
Bu sözler, Yaratanın yarattıklarıyla; hususiyle insanla olan mukâvelesine ait bir kısım sözlerdir ki, bu mukâvelede: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorulur. Karşılığında da: "Evet, Rabbimizsin" cevabı alınır.
Bu meselenin iki yönü vardır:
1- Bu soru kime ve nasıl sorulmuştur?
2- Ne zaman sorulmuştur?
Birinci şık itibariyle, birkaç mülâhaza arz edilebilir.
1- İnsan henüz hiçbir şey değilken "var olma" emrini alması ve onun da bu emre, "evet" demesi ki; tekvînî mâhiyette bir soru ve cevap ve bir mukâvele sayılır.
2- İnsan atomlar âleminde, hattâ bu âlemin de ötesinde parçacıklardan ibâret iken, her şeyi bir kemâle doğru sevk edip terbiyeye tâbi tutan Rabbülâlemîn, bu parçacıklara insan olma şevkini duyurarak, o istikâmette onlardan bir söz ve mîsâk almasıdır ki; bu da, her zerrenin kendi tâkatinin çok üstünde, Kaf dağından ağır yükleri omuzlayarak, Rabbin "varetme" teklifine "evet" demesinden ibâret sayılabilir.
Bu iki şekilde cereyan eden "soru ve cevap" veya "teklif ve kabûl" söz ve beyânla değil gibidir. Buna binâen, bir kısım tefsirciler bu mukâveleye, temsîli şekilde yapılmış bir anlaşma nazariyle bakmışlardır. Yani, sanki öyle denilmiş, öyle cevab verilmiş ve öyle hukûkî kıymeti hâiz bir sözleşme kabûl edilmiş; yoksa, beyânla ve yazışma ile yapılmış bir akit değildir.
Aslında, binbir çeşit hitab ve binbir çeşit cevap sahibi Rabbin, "hitab ve cevab" indeksini nazara almadan böyle bir hükme varmak, yanlış bir hükümdür. Yeri gelince ona da temas edeceğiz.
3. Bu türlü bir ikrar isteği ve şehadette bulunma sözleşmesi, insanın kendini duyması ve kendinin, kendinden başka bir şey olmadığını anlamasından ibâret, bir nefis marifeti, bir "Nefsini bilen Rabbini bilir" hakîkatini temsil; bir mâhiyet âyinesini seyre koyulma ve bu yolla şuûruna akseden rengârenk hakîkatlerin petekleşmesine şahit olma ve bu şehâdeti ilân etmektir. Ne var ki, bu îcâp ve kabûl; Bu söz verip söz alma, bu duyma ve duyurma, çok açık ve hemen sezilecek gibi de değildir. Belki, çok îkaz ve tenbihlerde duyulup hissedilebilecek şeylerdendir ki; irşâdın ehemmiyeti de, bu noktadan ileri gelmektedir.
Bu sözleşme, kudret ve irâdenin yazdığı muhteşem kitabın mânâsını anlama ve hâdisat satırlarının sırlarını kavrama neticesinde, âdeta bir "icâb ve kabûl" gibidir.
4. Bu sözleşme ve sözleşme içindeki suâl ve cevab, cismâniyâta göre düşünülmemeli ve yine ona göre değerlendirilmemelidir. Hak (C.C) bütün varlıklara, kendi mâhiyetlerine göre emirler verir ve yine mahlûkatdan yükselen sesleri, sadâları dinler. anlar ve yerine göre onları yerine getirir. Kelâmî ıstılahla ifade edecek olursak; insan gibi ayrı ayrı dil ve lehçelerle merâmını ifade eden varlıkların her dediğini anlayan Hz. Allah (C.C), aynı zamanda, öyle ayrı ayrı lisan ve lehçelerle, onlara emirler verir, hakikatleri anlatır; insan ve kâinatı şerh eder; yarattıklarından sözler alır, mîsâklar yapar ve mukâvelelerde bulunur ki, lâfzî kelâm ve beyanla yapılan bunların hepsi "kelâmı lâfzi cümlesindendir. Bir de, bize göre kelâm ve beyân olduğu açık olmayan, hayvanlara olan ilhamdan meleklerin mazhar olduğu ilâhî hitap tarzına kadar, Hakkın bir çeşit konuşması vardır ki, o da, "Kelâmı nefsînin ayrı bir tezâhür ve tecellîsidir.
Allahın, bu çeşit konuşması, insanın kalbine gelen esintilerden, melekler âlemine kadar çok geniş bir dâirede cereyan ediyor olmasına rağmen, her dâirenin "alma ve verme" keyfiyeti başka başka olduğu için, bu dâirelerden herhangi birine gelen mesajı, ondan yükselen söz ve ifadeyi, bir başka dâireye göre ne duymak, ne de tespit etmek mümkün değildir.
Bu îtibarla, Cenabı Hakkın zerrelerle konuşması; sistemlere emirler vermesi; terkipler, tahliller yapması, çok yüce buudlarda cereyan edip durduğundan bizim küçük ölçücüklerimizle tespit edilmesi mümkün olmayacaktır.
Allah (C.C) zerrelerle mukâvele yapacak, moleküllerle mukâvele yapacak, hücrelerle mukâvele yapacak; atomlar âleminde, anne karnında, çocukluk devresinde mukâvele yapacak, fakat biz bunları, kendi ölçülerimiz içinde açık seçik olarak hiçbir zaman tespit edemeyeceğiz.
Hele bu görüşme, insan ruhu ve o ruhta bir mekanizma olan vicdanla olmuşsa…
Binâenaleyh, "elest" bezminde de ruhlar Rable mukâveleye çağrıldılar. Cismâniyet berzâhı arada olmadığı için, her şeyi ayan beyan gördüler ve "evet" diyerek böyle bir mukâveleye imza attılar. Ancak günümüzde çokça bulunduğu gibi bir kısım kimseler, ruh kitabının vicdan bölümünü hiç kurcalamadıkları için böyle bir imzaya ve mîsâka rastlamadılar. Rastlamalarına da imkân yoktu; çünkü o âleme ne bir bakışları, ne de araştırmaları olmamıştı.
M. Fethullah Gülen
2. Cevap:
Levh-i mahfuz
Levh-i Mahfuz, Arapça’da korunmuş levha demektir. İslâm’da olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah’ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah’ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Kur’an’da Ümmü’l-Kitap (Kitapların Anası, Ana Kitap), Kitabun Hafîz (Koruyan Kitap), Kitabun Mübin (Apaçık Kitap), Kitabun Meknun (Saklanmış Kitap), İmamun Mubin (Apaçık İnen Kitap) ve sadece Kitap olarak da anılır. İnsanların başlarına gelecek şeyleri de ihtiva ettiği için Kitabu’l-Kader (Kader Kitabı) da denir.
Levh-i Mahfuz adı, Kur’an’da yalnız bir ayette geçer. Bu ayette Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’da bulunduğu bildirilir (Buruc, 88/22), ancak hiçbir tanım getirilmez. Buna karşılık birçok ayette nitelikleri belirtilerek tanımlanır. Buna göre Levh-i Mahfuz, içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı (En’âm, 6/59), olacak şeylere ait bilgileri saklayan (Kaf, 50/4), yeryüzüne ve insanlara gelecek tüm belaların yazılı bulunduğu (Hadid, 57/22) her şeyin sayılıp tesbit edildiği (Yasin, 36/12), gökte ve yerdeki tüm gizliliklerin açıkça belirtildiği (Neml, 27/75), tertemiz olarak yaratılan meleklerden başka kimsenin dokunamayacağı apaçık, korunmuş, koruyan, saklanmış ve ana kitaptır.
Levh-i Mahfuz nedir ve niçin kullanılır?
Olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekandaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir "levha"dır bu alem. İlahi ilmin aynası, kaderin defteri, kainatın programıdır. Bilgilerin korunduğu bu alemin insandaki küçük örneği, "hafıza"dır.
Şehadet aleminde mercimek kadar küçük bir et sembolüyle temsil edilen hafıza, başımızdan geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz. Dağlar, denizler, ovalar, gökyüzü, yıldızlar, büyük küçük her şey ondadır.
Bütün bu işler, o mercimek küçüklüğündeki et parçasının marifeti olabilir mi hiç! Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir. Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan biridir. Hafızasız bir zeka işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak düşünürüz. Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet, bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder. "Levh-i Mahfuz"un küçük bir misalidir bize verilen. Nasıl insanın başından geçenler bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa, kainattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada yazılıdır. Her iki "levha"da da Rabbimizin "Hafîz" ismi tecelli eder.
Her şeyin Levh-i Mahfuz’da yazılmış olduğu gerçeğini bazı kimseler akıllarına sığıştıramazlar. Yazılma denilince harf harf kaleme alınmayı anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklıdır. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemiyor. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar.
İşte her şeyin ve her hadisenin, Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn’de yazılması bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur.
Melekler neden yazar?
Meleklerin kâtipliği, insanların özgür iradeleriyle ortaya koydukları söz ve eylemlerinin yazılımına dairdir. Levh-i Mahfuz, canlı cansız her şeyin bütün keyfiyetleriyle nasıl olduğu ve nasıl olacağı hususunu -Allah’ın sonsuz ilminin bir not defteri olarak- ihtiva etmektedir. Bunun varlığının pek çok hikmetlerinden biri, Allah’ın sonsuz ilmini yansıtan bir ekran olmasıdır. Mele-i âla sakinlerinden dört meşhur melek, hamele-i arş, kerrubiyun gibi diğer büyük meleklerin Levh-i Mahfuz’u müşahede etmeleri, yeryüzü sakinlerinden -nadir de olsa- bazı büyük evliyanın keşfen görmeleri ve umum müminlerin iman-ı bilgayb cihetiyle kalben ve hayalen müşahede etmeleri, bir manada Allah’ın sonsuz ilim ve kudretinin varlığına şahit olmaları, bu levhanın varlığının önemli bir sebebi olarak kabul edilmelidir.
Kiramen Kâtibîn melekleri ise, her şeyi değil, sadece insanların amellerini yazarlar. Bu yazılışın en önemli hikmeti ise, âhirette -büyük mahkemede- Allah’ın sonsuz adaletinin herkes tarafından görülmesi için bu iki meleğin birer âdil şahit olmalarıdır. Gerçi başka şahitler de vardır. Kişinin kendi uzuvları da şahitlik edeceklerdir. Ancak, meleklerin yazdığı dosyanın bir kopyasının bizzat sanıkların elinde olması, adaletin ayrı bir güzelliğini gösterir.
———-
Levh-i mahfuz,olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekandaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir İlâhî muhafaza levhası; İlahi ilmin aynası, kaderin defteri, kâinatın programıdır.
Levh-i mahfuzun insandaki küçük örneği, hafıza dır. Hafıza, başımızdan geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz.
Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir. Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan biridir. Hafızasız bir zeka işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak düşünürüz.
Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet, bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder.
Nasıl insanın başından geçen bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa, kâinattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada yazılıdır. Her iki levha da da Rabbimizin Hafîz (koruyan, muhafaza eden) ismi tecelli eder.
Her şeyin levh-i mahfuzda yazılmış olduğu gerçeğini bazı kimseler akıllarına sığıştıramazlar. Yazılma denilince harf harf kaleme alınmayı anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklı. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemiyor. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar.
İşte her şeyin ve her hadisenin, levh-i mahfuzun defterleri olan imam-ı mübîn ve kitab-ı mübînde yazılması bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur.
SİE/Alaaddin Başar (Prof.Dr)