Maide 47 nasıl anlaşılmalı?
mor_kardelen
Hristiyanların destek gösterdikleri "İncil değişmedi Kuran İncili doğrulamak için gönderildi" şeklinde açıklanan bu ayeti nasıl anlamamız ve açıklamamız gerekiyor?
MAİDE 47. İncil’e inananlar, Allah’ın onda indirdiği (hükümler) ile hükmetsinler. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fâsıklardır.
Şimdiden Allah(c.c) razı olsun
Cevap: Maide 47 nasıl anlaşılmalı?
Hoca
Tevrat Bir Hidayet Ve Bir Nurdur; Kısas Şer’ı Bir Hüküm Olarak Tevrat’ta Vardı Ve Hıristiyanlar Da Onun Hükmüyle Hükmetmekle Mükellefti
44- Doğrusu Tevrat’ı Biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Kendilerini Allah’a teslim etmiş peygamberler, Rabbanilerle bilginler de Allah’ın Kitabını korumaları istendiğinden Yahudilere onunla hükmederlerdi. Hepsi de ona şahit idiler. Artık insanlardan kor-kamayın da Ben’den korkun ve ayetlerimi az bir değerle değiştirmeyin. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.
45- Orada onlara yazdık ki: Muhakkak can cana, göz göze, burun buruna, kulak kulağa, diş dişe karşılıktır. Yaralamalara da kısas vardır. Kim onu bağışlarsa artık o, kendisi için bir kefaret olur. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
46- Onların izinden Meryem oğlu İsa’yı kendinden önce indirdiğimiz Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gönderdik ve ona İncil’i verdik. Onda hidayet ve nur vardır. Kendinden önceki Tevrat’ı doğrulayıcı, hidayet ve takva sahipleri için bir öğüt olarak.
47- İncil ehli, Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim de Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fa-sıkların ta kendileridir.
Nüzul Sebebi
"Doğrusu Tevrat’ı Biz indirdik." Ayet-i kerimesi recme dair Tevrat’ın hükmünü değiştiren Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Onlar daha önceden de geçtiği gibi recm yerine sopa vurmayı ve yüze kara çalmayı uydurmuşlardı.
Müslim, el-Berâ b. Azib’den Resulullah (s.a.)’ın Yahudi bir erkek ve kadını recmettiğini sonra da şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir; kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir; kim Allah’ın indir-dikleriyle hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir." el-Berâ "Bu ayetlerin hepsi de kâfirler hakkında nazil olmuştur." [137] demiştir. [138]
TEFSİR – Açıklaması
Bizler Tevrat’ı Kelimullah olan Musa’ya, hidayeti kapsayan bir şekilde indirdik. Yani gerekli hükümleri ve mükellefiyetleri açıklayan o kitap, bir nurdu; Allah’ın birliğini nübüvvet ve ahirete dair inançların esaslarını açıklayan bir nur. İşte biz Tevrat’ı kendilerini Allah’a teslim etmiş, ona dinlerini halis kılmış ve İsrailoğulları arasında gönderilmiş olan peygamberlerin kendisiyle hükmettiği bir şeriat ve bir kanun olmak üzere indirdik.
İbnül Enbârî şöyle der: Burada geçen "kendilerini Allah’a teslim etmiş" sıfatı peygamberlere övgü olmak üzere bir sıfattır. Yoksa vasfedileni başkasından ayırdetmek üzere zikredilmiş sıfat anlamında değildir. Zira "peygamberlerin Müslüman olmayan kimseler, Allah’a teslim olmamış kimseler olmaları ihtimali yoktur. Bu Yahudi ve Hristiyanlara bir red; peygamberlerin, ileri sürdükleri gibi Yahudi ya da Hristiyan olmakla nitelendirilen kimseler olmayıp aksine Allah’a teslim olmuş, onun hükümlerine bağlanmış kimseler olduklarını vurgulayan bir ifadedir.
"Yahudilere", yani peygamberler, Tevrat ile Yahudiler için ve onlar arasında hüküm veriyorlardı. Tevrat onlara has bir şeriattı, umumi değildi. Davud, Süleyman ve İsa (aleyhimusselâm) Tevrat ile hüküm ediyorlardı.
Yine Tevrat’la Rabbaniler ve büyük âlimler -bunlar ise Hz. Harun soyundan gelen salih kimselerdir- hüküm veriyorlardı. Rabbanilerden kasıt, insanların yönetim; işlerinin idaresi ve menfaatlerinin çekip çevrilmesi hususlarında bilgili, hikmet sahibi, basiret sahibi kimselerdir. Ahbar’dan kasıt ise, takva ve salih ilim adamlarıdır[140]. İşte bunlar peygamberlerin bulunmadığı zamanlarda yahut da peygamberlerin var olmaları halinde peygamberlerin izniyle Tevrat’la hükmediyorlardı. Çünkü Allah’ın Kitab’ından bellemiş oldukları bunu gerektirmekteydi. Yani Allah’ın Kitab’ından elde ettikleri, kendilerine emanet olunan bilgiler sebebiyle böyle yapmalıydılar. Ayrıca Yüce Allah ilim adamlarından kitabını iki bakımdan korumalarına dair söz almıştır: Kitabı kalplerinde ezberlemek, dilleriyle tedris etmek (okumak), hükümlerini zayi etmemek ve sert hükümlerini de ihmal etmemek.
Taberî şöyle der: Rabbaniler, ilim adamları, insanların siyasetini basiret ve hikmetle bilen, işlerinin nasıl tedbir edileceğini, çekip çevirileceğini, menfaatlerinin nasıl ayakta tutulacağını bilen kimseler demektir. Ahbâr ise "habr"ın çoğulu olup "ilim adamları" demektir. Habr ise bir şeyi oldukça sağlam bir şekilde bilen kimse anlamındadır. [141]
"Hepsi de ona şahit idiler." Yani salih ilim adamları Yüce Allah’ın Kitab’ını her türlü değişiklik ve tahriften koruyan şahitler, gözetleyicüer idiler. Onun Rablerinden gelen hak olduğuna tanıklık ederlerdi. Tevrat’ta recm hükmünün varlığına ve Resulullah (s.a.)’m nitelikleri ile geleceği müjdesinin gizlendiğine şahitlikte bulunan Abdullah b. Selâm gibi.
Daha sonra Yüce Allah, Yahudilerden Kur"an-ı Kerim’in nüzul çağında yaşayıp da Tevrat’ın hükümlerini gizleyen ve değişikliklerde bulunan Yahudi liderlerine, bizzat kendileri arasından kendilerine karşı şahitler getirdikten sonra, şöylece hitap etmektedir: "Artık insanlardan korkmayın da benden korkun." Yani durum belirtilen şekilde olduğuna göre, ey Kur’an’a çağdaş olan Yahudi âlimleri! İnsanlardan korkup peygamberin niteliği ve geleceği müjdesi kabilinden olan hakkı gizlemeye kalkışmayın. Çabucak gelip geçecek dünyevî menfaate umut bağlayarak böyle bir şey yapmayın. Allah’tan korkun da benim Kitabımı tahrife kalkışmayın. Bu tahrif sonucu onlar hakkında uygulanması gereken hadleri ıskat etmeyin. Korku umuttan daha etkileyici olduğundan dolayı Yüce Allah önce onu zikrederek: "Artık insanlardan korkmayın…" buyurmaktadır.
Daha sonra fayda elde etme yolundaki umut ve beklentilerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Ve ayetlerimi az bir değerle değiştirmeyin." Benim ayet ve hükümlerimi insanlardan alacağınız rüşvet, mal yahut mevkiye, liderliğe vs. tamah etmek veya başkalarının rızasını elde etmek gibi oldukça değersiz, gelip geçici bir menfaat karşılığında değiştirmeyin. Çünkü dünya metaı pek az ve geçicidir. Aldığınız rüşvet kalıcılığı olmayan haram bir yiyecektir. O bakımdan onu alıp dininizi, ebedi sevabı kaybetmeyin. Zira nasıl olur da sizler gelip geçen azıcık bir şeyi, ebedi ve çok şey karşılığında kabul edebilirsiniz?
Recm yerine sopa vurmayı ve yüze kara çalmayı kabul etmek, Peygamber (s.a.)’in niteliklerini gizleyip bu nitelikleri başka bir kimse hakkında açıklayıp yorumlamak, öldürülmüş bazı kimseler hakkında tam bir diyet, diğer bazıları hakkında da yarım bir diyet hükmünü vermek ve kısası terketmek yoluyla Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmedenler var ya, işte onlar, hakkı gizleyen kâfirler, haksızlık yapan zalimler, Allah’ın hududu dışına çıkan fasıklardır. Onların nitelikleri bunlardır. Yüce Allah onları aşağılayarak, Allah’ın ayetlerine zulmedip ondan başkasıyla da hükmeden isyanda ve küfürde aşırıya gidenler olarak nitelendirdi. İbni Abbas (r.a.)’tan kâfirlerin, zalimlerin ve fasıklarm Kitap Ehli olduklarını söylediğine dair rivayet gelmiştir. İşte bu, muhsan kimsenin zinası ve saldırgan katile kısas uygulanması gibi Tevrat’ın hükümlerini tahrif eden Yahudilerin tehdit edilmesi maksadına yönelik, oldukça ağır bir nitelendirmedir. Onlar böyle yaptıkları için Tevrat’a da Kur’an’a da iman etmeyen kâfirler oldular.
İbni Cerîr et-Taberî, Salih’in şöyle dediğini nakletmektedir: "Maide süresindeki: "Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse…" şeklindeki üç ayet-i kerimede Müslümanlarla alâkalı bir taraf yoktur. Bunlar kâfirler hakkındadır" [142] er-Razî şöyle der: Ancak böyle bir görüş zayıftır. Çünkü muteber olan lafzın umumiliğidir, sebebin hususi oluşu değildir. Daha sonra İkrime’den: "Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse…”den bu buyruklarla ilgili şöyle söylediğini nakletmektedir: Bu buyruklar kalbiyle inkâr edip diliyle reddedenleri kapsar. Kalbiyle bunun Allah’ın hükmü olduğunu bilip diliyle de Allah’ın hükmü olduğunu ikrar etmekle beraber, bunun zıddını yaparsa böyle bir kimse Allah’ın indirdiği ile hükmeden, ama bu hükmü terkeden bir kişidir. Dolayısıyla böyle birisinin bu ayet-i kerimenin kapsamına girmesi gerekmez. Daha sonra er-Razî: "İşte doğru cevap budur, doğrusunu en iyi bilen Allah’tır." [143] der.
Özetle, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helâl kılan ile kalbiyle Allah’ın hükmünü kabul edip diliyle de onu reddeden kimse hakkında tekfir söz konusudur. Kâfir olan böyle birisidir. Ancak Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen ve bu konuda hata edip günah işleyen kimse kusurlu hareket eden fasık bir kimsedir. Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmedilmesini rıza ile karşıladığından dolayı sorumlu olacaktır.
Yahudiler, Nadir oğulları’na mensup bir kimsenin diyetini, Kurayza oğul-ları’na mensup olanm diyetinden daha fazla miktarda belirleyip Nadir oğulla-rı’ndan olanın Kurayza oğulları’ndan olana karşılık öldürülmesini, yani ona kısas uygulanmasını kabul etmeyerek, hem Tevrat’ın hükmüne hem de bu konuda kendisine soru sormaları üzerine Allah Rasulünün verdiği hükme muhalefet etmeleri dolayısıyla bu ayet-i kerime kısası teşrî etmek gayesiyle nazil oldu: "Orada onlara yazdık ki…"
Yani biz Tevrat’ta kısasta eşitliği ve misillemeyi farz kıldık. Cana karşılık can öldürülür, göze karşılık göz çıkartılır, buruna karşılık burun kesilir, kulağa karşılık kulak kesilir, dişe karşılık diş sökülür; yaralamalarda kısas cereyan eder. Yani bu yaralamalarda güç yettiği miktarda eşitliğe itibar edilir.
O halde ayet-i kerime kısasın sözü geçen bütün bu hususlarda cereyan ettiğine delâlet etmektedir. Ebu Hanife Müslümanm zimmîye karşı öldürüleceği görüşünü kabul ederken, cumhur Müslümanm zimmîye karşı öldürülmeyeceğini söylemektedir. Çünkü ayet-i kerime bizden öncekilerin şeriatidir. Bu ise Şa-fiîlere göre bize şeriat olmaz. Zira Resulullah (s.a.) Ahmed, Tirmizî ve İbni Ma-ce’nin Abdullah b. Amr’dan yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Müslüman kâfire karşılık öldürülmez." Yüce Allah’ın: "Göz göze… karşılıktır" buyruğundan kasıt, herhangi bir haksızlık ve haddi aşmak söz konusu olmaksızın, caninin fiiline benzer bir fiili ona uygulamaktır. Eğer caninin sağ gözü varsa, mağdurun çıkardığı sağ gözüne karşılık o gözü alınır, fakat sağ göze karşılık sol göz çıkartılmaz. İsterse kendisinde kısas uygulanacak kimse buna razı olsun. Bu hüküm, kasdi olması halinde böyledir. Hata halinde ise tek bir gözün çıkartılmasında yarım diyet, iki gözün çıkartılmasında ise tam bir diyet vardır. Bir gözü görmeyen bir kimse sağlıklı bir kişinin gözünü çıkartacak olursa, Ebu Hanife ile Şafiî: Yüce Allah’ın: "Göz göze… karşılıktır" buyruğundaki umumi ifadeyi esas alarak ona kısas uygulanacağı görüşündedirler. İbnü’l-Arabî der ki: Kur’an-ı Kerim’in umumi ifadesini kabul etmek evlâdır ve Yüce Allah nezdinde bu daha bir eşlemdir. Mâlik ise şöyle der: Dilerse kısas uygulanmasını ister, dilerse de (bir gözü görmeyenden) tam bir diyet alır. Çünkü deliller tearuz ettiği (birbiriyle çatıştığı) takdirde kendisine karşı suç işlenen kişi muhayyer bırakılır.
Ahmed şöyle der: Bu durumda tek gözü görmeyene kısas uygulanmaz, ona tam bir diyet ödemek düşer. Çünkü bir gözü görmeyene kısas uygulanacak olursa, görmenin belli bir bölümü karşılığında bir diğerinin bütün görmesi alınmış olur, bu ise eşitlik değildir.
Aynı şekilde burun, kulak ve dişte de kasıt olması halinde, diğer azalara kısas uygulandığı gibi kısas uygulanır. Dil hakkında ilim adamlarının çoğunluğu yirmi sekiz harften konuşamadığı miktar kadar diyet alacağını söylemişlerdir. Eğer tamamen konuşamayacak hale gelirse, diyetin tamamını öder. Dilsizin dilinin kesilmesi halinde ise hükümet-i adi (âdil bilir kişilerin takdiri) söz konusudur.
Yaralamalar konusunda, eşitlik sağlamanın mümkün olduğu eller, ayaklar ve meselâ, kafada kemiği ortaya çıkartan ve murdiha diye bilinen miktarları tespit edilebilen yaralarda kısas uygulanır; et ve kaslardaki bir zedelenme yahut göğüs kafesinde bir kemiğin kırılması gibi kısasın mümkün olmadığı hallerde ise, hükümet-i adlin takdiri söz konusudur. Yani bunda hakimin bilir kişiler aracılığı ile takdir edeceği tazminatın ödenmesi gerekir.
Bütün bunlar saldırganlık ve kasıt halinde böyledir. Hata yoluyla suç işlenmesi halinde ise ya diyetin tamamı ya bir bölümü yahut da mahkemece takdir edilecek tazminat ödenir.
Daha sonra Yüce Allah, insanî faktöre işaret etmektedir ki, bu da af, bağışlama ve hoşgörüdür. Yüce Allah, "Kim onu bağışlarsa artık o kendisi için kefaret olur." buyurmaktadır. Yani kim kısastaki hakkını sadaka olarak bağışlar ve suç işleyeni affederse, onun bu sadaka olarak bağışlaması ona bir kefaret olur. Allah ona karşılık günahlarını örter ve onu affeder: "Affetmeniz takvaya daha yakın olandır." (Bakara, 2/237) Taberânî, Ubâde b. es-Sâmit (r.a)’den Resulullah (s.a.)’ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Her kim cesedinden herhangi bir şeyi tasadduk edecek olursa, ona tasadduk ettiği kadarı verilir." Bu hasen bir hadistir.
Her kim insanlar arasında adalet ve eşitlik esası üzere yükselen kısasa dair Allah’ın indirdiklerinden yüz çevirecek olursa, o kendilerine de başkalarına da zulmeden, haddi aşan, Allah’ın hadlerini çiğneyen ve herhangi bir şeyi olması gereken yere koymayan zalimlerden olur.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Küfür zulümden daha büyük, zulüm de ondan daha az önemli olduğu halde küfürden sonra zulmün söz konusu edilmesinin faydası nedir? Cevap: Küfür, Yüce Yaratıcıya karşı bir kusurdur. Zulüm ise kişinin kendisine karşı bir kusurdur.[144]
Daha sonra Yüce Allah Tevrat’ın İsrailoğulları’nm şeriatı olduğunu beyan ederek buyurmaktadır ki: Biz İsraioğulları peygamberlerinin ardından Meryemoğlu İsa’yı gönderdik. O, Yahudilere gönderilmiş son peygamberdir. Kendisinden önce gönderilmiş olan Tevrat’ı sözüyle, ameliyle tasdik eden bir peygamberdi. Yani Tevrat’ın Allah tarafından gönderilmiş bir kitap olduğunu ikrar ettiği gibi, Tevrat gereğince amel etmenin gerekli ve hak olduğunu ifade ederdi. İncil’e aykırı olmayan bütün hususlarda Tevrat gereğince amel ederdi. Hz. İsa (a.s.) demiştir ki: "Ben namusu (Tevrat şeriatını) nakzetmek için gelmedim, fakat tamamlamak yahut eksikliğini gidermek için geldim." Yani ona bazı hüküm ve öğütleri ilave etmek için gönderildim.
Bundan dolayı Yüce Allah Hristiyanlara şunu emretmektedir: "İncil ehli Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler." (Maide, 5/47) Bu ayet-i kerimede ise şöyle demektedir: "Ve ona İncil’i verdik, onda hidayet ve nur vardır." Yani biz ona İncil’i verdik, İncil’de amelî hükümlere ileten bir hidayet, akidenin esaslarını gösteren bir aydınlık vardır: Tevhid gibi, şirk ve putperestliğin reddedilmesi gibi. İncil’de, Kur’an-ı Kerim gibi Tevrat’ı doğrulayan bir kitaptır. Yüce Allah İncil’i hidayete götüren, takva sahipleri için öğüt veren bir kitap kılmıştır. Çünkü ondan yararlanabilecek kimseler bunlardır.
Dikkat edilecek olursa: "Kendinden önceki., ni doğrulayıcı" cümlesinin birbirinden farklı iki anlam için tekrar edildiği görülecektir. Birincisi Hz. Mesih’in Tevrat’ı doğrulaması, ikincisi ise İncil’in Tevrat’ı doğrulamasıdır.
"Hidayet" kelimesinin tekrarından kasıt, birincisinde şer’î hüküm, şeriat ve mükellefiyetlerin açıklanması; nurdan kasıt da tevhid, nübüvvet ve meadın (öldükten sonra dirilişin, ahiretin) açıklanmasıdır. İkinci olarak ondan gözetilen maksat ise şudur: İncil gayet açık bir şekilde Hz. Muhammed (s.a.)’in peygamberliğine delâlet etmektedir. O bakımdan o, insanların İslâm risaletine hidayet bulmalarının sebebidir. Zira İncil, son peygamber, "en büyük Fariklit" olan Muhammed (s.a.)’in gelişinin müjdesini de ihtiva etmektedir.
İncil’in takva sahiplerine öğüt olma özelliğine gelince: İncil oldukça vurgulayıcı ve beliğ bir takım öğütleri ihtiva etmektedir. Bunların takva sahiplerine has olması ise, bunlardan yararlanacak kimselerin bunlar oluşundan dolayıdır. Yüce Allah’ın Kur"an-ı Kerim’e dair: "O takva sahipleri için bir hidayettir." (Bakara, 2/2) buyruğunda olduğu gibi [145]
İncil’in özelliklerinin açıklanmasından sonra Yüce Allah, İncil ile amel etmeyi: "İncil ehli Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler." diye emretmektedir. Hristiyanlar Allah’ın İncil’de indirmiş olduğu hükümler gereğince amel etsinler. Nitekim Yüce Allah, Tevrat ehli hakkında: "Orada onlara yazdık ki" buyurmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in nüzulünden sonra İncil’de bulunanlar gereğince hükmedilmesi emrinin verilmesinden maksat, onların İncil’de bulunan hükümleri tahrif etmekten, değişikliğe uğratmaktan uzak durmalarının istenmesi, Yahudilerin Tevrat’ın hükümlerini gizlemek suretiyle yaptıklarının benzerini yapmamalarıdır.
"Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir." Yani Allah’ın hüküm ve şeriatının dışına çıkan inatçı kimselerdir.
"Kâfirler, zalimler ve fasıklar"ın vasıfları aynı mıdır, yoksa birbirinden farklı mıdır? Kimi müfessirler bu üç sıfatı da aynı mevsufa ait kabul ederken, İbni Abbas bunları Kitap Ehli (Yahudi ve Hristiyanlar) hakkında özelleştirmektedir. Evlâ olan ise şöyle demektir: Kim Allah’ın hükmünü red ve inkâr ederse, o kimse kâfirdir. Bununla birlikte kim o hüküm gereğince hükmetme-yip bununla birlikte Allah’ın hükmünü terkettiğini ikrar ediyor, onun hükmü olduğunu kabul ederek bunu yapıyorsa o kişi de zalim ve fasıktır. [146]
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delildir:
1- Tahrif edilmemiş, aslî şekliyle Tevrat’ta Yahudiler için bir hidayet ve bir nur vardır. O Tevrat ile Peygamberler (İsrailoğulları’nm peygamberleri) ile Rabbaniler ve ilim adamları hükmederdi. Rabbaniler, insanları ilme dayalı olarak idare edip yöneten ve onları terbiye eden kimselerdir. Alimler (ahbâr) ise, herhangi bir şeyi gerek kavrayış gerek anlayışları itibariyle sapasağlam idrak eden ve bunu insanlara gayet güzel şekilde açıklayan ilim adamlarıdır.
2- Asıl İncil’de de bir hidayet ve bir nur vardır. Tevrat’ı doğrulayıcıdır. Takva sahipleri için hidayet ve öğüttür.
3- Tevrat ve İncil’in söz konusu edilmesinden maksat, Yahudi ve Hristi-yanların değişiklik ve tahriften uzak durmalarını sağlamaktır. Bunlarda yer almış olan hükümler hususunda kusurlu hareketlerden sakındırmak ve her iki Kitabın da usul ve temel hükümler noktasında Kur’an ile birleştiklerini açıklamaktır. Bunlar ise Kur’an-ı Kerim’e ve son peygamber Muhammed (s.a.)’e, bütün semavî risaletlerin sonuncusunu teşkil eden onun risaletine iman etmeyi gerektirir.
4- Kısas hükmü Hz. Musa’nın şeriatında sabit olduğu gibi, Muhammed (s.a.)’in şeriatında da sabittir ve kabul edilmiştir. Ebu Hanife ve Şafiîler şöyle der: Burun veya el yaralanır ya da kesilir, sonra da bu kişi öldürülecek olursa bunu yapana aynı şey yapılır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Orada onlara yazdık ki: Muhakkak can cana, göz göze… karşılıktır." O halde, o kimseden suç yoluyla aldığı şeylerin aynısı alınır ve ona yaptığı şeylerin aynısı yapılır. Malikîler ise şöyle der: Eğer bunu yaparken maksadı ona müsle yapmaksa, ona aynısı yapılır. Şayet bu onunla dövüşmesi yahut itişmesi esnasında olmuşsa kılıçla öldürülür.
5- Şafiîlerin dışında kalan cumhur: "Doğrusu Tevrat’ı biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır." ayetini bizden öncekilerin şeriatinin bizim için de bağlayıcı olduğuna delil göstermişlerdir. Ancak önceki şeriatın neshedilmiş olduğuna dair delilin ortaya konulması hali müstesnadır. Çünkü Yüce Allah, "Onda hidayet ve nur vardır." buyurmaktadır. Maksat ise şeriatın usul ve füruunu açıklamaktır. Eğer Tevrat neshedilmiş ve hükmü bütünüyle gayri muteber olmuş olsaydı, onda hidayet ve nur bulunmazdı.
6- Haricîler Yüce Allah’ın, "Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." buyruğunu şu görüşlerine delil göstermişlerdir: Allah’a asi olan herkes kâfirdir. Haricîler devamla derler ki: İşte bu ayet-i kerime, Allah’ın indirdiklerinden başkasıyla hükmeden herkesin kâfir olacağına dair gayet açık bir ifade taşımaktadır. Günah işleyen herkes de aynı şekilde Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hüküm vermiş demektir.
Ehl-i sünnetin cumhuru da buna şöylece cevap vermektedir: Bu ayet-i kerime kalp ve diliyle inkâr eden kimseleri kapsamaktadır. Kalbiyle tanıyıp diliyle onun Allah’ın hükmü olduğunu ikrar eden kimse ise, ona zıd düşecek bir şey yapması halinde Yüce Allah’ın indirdikleriyle hükmeden bir kimsedir, fakat bu hükmü terkeden bir kimsedir.
7- Yüce Allah’ın, "Kim onu bağışlarsa artık o kendisi için bir kefaret olur." buyruğunda af, bağışlama ve müsamahaya bir teşvik vardır. Çünkü bu şekilde davranmak öfkeyi gidermeyi insan canını imkânlar ölçüsünde korumayı sağlar. Peygamber (s.a.)’in Ahmed, Müslim ve Tirmizî’nin Ebu Hureyre’den naklen yaptıkları rivayete göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah affetmekten dolayı kulun izzetinden başka bir şeyini artırmaz."
8- Allah’ın indirdiklerini inkâr eden bir kimse kâfir olur. Allah’ın indirdiğini ikrar etmekle birlikte gereğince hükmetmeyen bir kimse zalim ve fasıktır. İbni Cerîr et-Taberî ise ayet-i kerime ile kastolunanlarm Kitap Ehli olduğunu yahut da Allah’ın Kitab’ında indirilmiş olan hükmünü red ve inkâr edenler olduğu görüşünü tercih etmiştir.[147]
Tefsirul-Munir
Cevap: Maide 47 nasıl anlaşılmalı?
mor_kardelen
Çok güzel açıklanmış gerçekten Allah(c.c) senden razı olsun, O’na emanet olun kardeşim
maide 47