Medet ya abdulkadir geylani demek caizmidir?
umutlucan
medet ya abdul kadir geylani demek caizmidir?
Cevap: Medet ya abdul kadir geylani demek caizmidir?
karadamlalar
tevhide aykırıdır, şirktir caiz değildir.
Cevap: Medet ya abdul kadir geylani demek caizmidir?
hikmetgumuslu
Allah varken neden başkalarından yardım istiyoruz ki ? Allah’ın izniyle medet ya geylani demek başka medet ya geylani demek başkadır yine de Allah varken başkasından neden yardım isteyelim ? çok tehlikeli bir kısım sorduğunuz soru..
Cevap: Medet ya abdul kadir geylani demek caizmidir?
umutlucan
muhterem kardesler
bn demiyorum medet diye
2 tane ilahi dnledim ikisindede medet medet die bagrıyorlardııııı dnlememdemi sakıncalı silim ozamn bn böle olacagını tahmin etmezdim
karadamlalar
her gün namazda en az 20 defa "yalnız sana ibadet eder, yalnız senden isteriz" deyip biz Allah’a bağlanmışız, tutup da salih insanları araya koyarsak mekkeli müşriklerden ne farkımız kalır ?
umutlucan
rabıtada mı şirk oluyor şimdi_?
karadamlalar
rabıta yaparak bunun ile bereketleneceğini, sevap alacağını ya da Allah’a yaklaşacağını düşünüyorsan bu haramdır, çirkin bir iştir fakat her haline şirk demek doğru değil, tamamen şirk olmasa da tamamen bidat bir uygulamadır. şirk olan yönleri de var tabi.
umutlucan
tesekkür ederim karadamlar
ALLAH razı olsnnnnn bize duşen sadece veli kulların sözlerini dnlemek . sadece ALLAH (c.c.) yardım istemek . vermiş oldugunuz bilgilerden dolayı tesekkür ederiz ALLAH razı olsn sizden ……
ResûlÖzlemi
Değerli kardeşimiz;
Meded dilemek, yardım istemek demektir. Her
türlü yardımın kaynağı ve başvurulacak
mercii Allahu Tealadır. Allahu Tealadan
başkasından yardım dilemek söz konusu
olamaz. Tasavvufta Hz. Peygamber, şeyh veya
benzeri maneviyat büyüklerinden istimdad,
doğrudan onların şahıslarından bir talab
demek değildir. Belki onların indi ilahideki
itibar ve derecelerinden yararlanmak için bir
tevessüldür. "Meded ya şeyh", "meded ya
Abdelkadir", "meded ya Gavs-ı Azam" gibi
lafızlar ve levhalar bu şahıslara duyulan
manevi sevginin bir ifadesidir.
İnsan beşer olmanın gereği sığınma duygusu
taşır. Çocuk anne babasına, talebe hocasına,
mürid şeyhine sığınmak ve yakın olmak ister.
İstimdad bu sığınma duygusunun
tezahürüdür. Vahdet-i vücud inancındaki
"insan-ı kamil", Allah Rasülü’nün ahlakıyla
ahlaklanmış, Hakk’ın mazharına nail olan
demek olduğu için, ruhani bir tasarrufa da
mazhardır. Mazhardır diyoruz çünkü gerçek
tasarruf Allah’ındır. Kul veya kişi bu
tasarrufun görüntüsüdür. Bu itibarla salik ve
derviş, insan-ı kamil olarak gördüğü
şeyhinden tarikat piri ve pirlerinden birinden
istimdad ve istiane ettiğinde aslında talebini
Allah’a arzetmiştir. Kudret ve kudret sadece
O’na aittir. Konuya bu açıdan bakıldığında
şer’i bir tehlike söz konusu değildir. Ancak
istimdad edilen kişinin bizzat kendisinde bir
güç ve kudret görüp taleb ondan olacak
olursa, elbetteki caiz olmaz. (Anahatlarıyla
Tasavvuf ve Tarikat, Prof. Dr. H. Kamil
Yılmaz, s. 323)
İstiğase ayrı, vesile ayrı bir şeydir. İstiğase
yardım istemek anlamını ifade eder. Vesile ise
gayeye vasıta olan şeydir.
Zevilukul olan kimseden istiğase etmek
meselesine gelince, bakılır, kendisinden
istiğase edilen kimse salih ve mü’min değilse,
ister gaib olsun kendisinden istiğase etmek
caiz değildir. Fakat salih bir kul olursa,
huzurunda veya kabri başında olursa, şefaat
dilemek maksadıyla ondan istiğase etmek
caizdir.
Çünkü ölü olan kimse her ne kadar berzah
alemine intikal etmiş ise de kendisine has bir
hayatı vardır. Peygamberimiz (sav) şöyle
buyurmuştur: "Peygamberler kabirlerinde
diridirler" (İbn Mâce, Cenâiz 65)
Peygamberlerin, mezarlarında diri olduklarına
bir delil de, Hz. Peygamber (SallAllahu aleyhi
ve sellem), mirac sırasında Mescid-i Aksa’da
bütün peygamberlerin ruhlarıyla buluşması ve
semada karşılaştığı her peygambere selam
verdikçe, peygamberimiz (SallAllahu aleyhi ve
sellem)’in selamını almasıdır. Yine Bedir
savaşında ölmüş müşrikler hakkında da şöyle
buyurdular: "Siz bunlardan fazla işitmezsiniz;
ancak cevap veremezler."
Ehli tasavvufa göre makam sahibi olan bir
veli ister ölü ister uzakta olsun ondan istiğase
edilir. O yardım etme yetkisine sahiptir.
Özellikle ehli tasarrufun yardımı dünyada
olduğu gibi dünyadan göç ettikten sonra da
vardır, devam eder.
Vesile ise, demin dediğimiz gibi, gayeye
yetişmek için vasıta olarak kullanıları şeydir.
Bunların çeşitleri vardır:
1- Cenab-ı Allah’ın isimlerini vesile kılıp
tevessül etmek: İbni Mace, Hz. Aişe’den şunu
rivayet etmiştir: Hz Peygamber bir duasında
şöyle buyurdular: "Allah’ım, temiz, hoş ve
mübarek ismin hakkı için senden istiyorum.
2- Kendisiyle tevessül edilen zatın duasını
vesile kılıp istemek.
3- Büyük ve salih kimsenin zatını vesile
kılmak suretiyle tevessül etmek: Mesela,
Allah’ım şu dileğim yerine gelmesi için
Peygamberi veya Ebubekir’i vesile vesile
kılıyorum demek gibi, Hz. Ömer (ra) yağmur
duasında Hz. Abbas’ı (Peygamberimizin
amcası) vesile kılarak şöyle dua etti:
"Allah’ım, biz Peygamber’in amcasını sana
vesile kılıyoruz, bunun için bize yağmur
yağdır (Buhari).
4- İşlenen salih amelleri vesile kılarak tevessül
etme: mesela, Allah’ım, senin için eda ettiğim
şu hacc veya şu ibadet sana vesile kılıyorum;
şu musibetten veya şu beladan beni kurtar
demek gibi.
Yukarıda saydığımız vesile çeşitleri İslam’da
mevcuttur. Bunu İnkar etmek mümkün
değildir. Vesile edinilen kimsenin vesile
edenden üstün olması gerekmez. Hz.
Peygamber (sav) Umre’ye gitmek için izin
isteyen Hz. Ömer’e: kardeşim bizi duadan
unutma dedi. Hem de Veysel-Karani’nin
kendisine dua etmesi için Hz. Ömer’e emir
verdi. Yalnız peygamberi veya herhangi bir
zatı bağımsız olarak tasavvur edip istiğase
etmek, küfre kadar götürebilir. Buna dikkat
etmek lazımdır. Yani Allah’ın sevgili kulu ve
Allah’ın izniyle bu işleri yapıyor diye bilmek
ve istemek caizdir.Ehl-i sünnet alimlerine
göre, vesilelikten öteye geçmemek şartıyla,
tevessül etmek caizdir.
Tevessülü tamamen haram sayanlar, haricîler
ve onları taklit eden zihniyetlerdir.
Meleklerin insanları koruduğu bilgisi bizzat
Kur’an’da vardır: O insanın önünde ve
ardında devamlı sûretle nöbetleşerek
görevlendirilen melekler vardır. Bunlar,
Allah’ın emrinden ötürü, onu koruyup
kollarlar (Rad, 13/11) mealindeki ayette bu
gerçeğe işaret edilmiştir.
Meleklerin koruması şirk olmadığı gibi, başka
mahlukların yardımları da, korumaları da şirk
olmaması gerekir. Yeter ki, bunları
vesilelikten, sebeplikten, yaratıcılık vasfına
çıkarmayalım. Çünkü, kâinatta Allah’tan
başka hakikî müessirin olmadığı gerçeği,
imanımızın gereğidir.
Dinde vasıta, vesile var mıdır?
Hikmet; hayatta ve başarıda vazgeçilmez
unsurlardan biri olduğu gibi, bütün
varlıkların sevk ve idaresinde de bir maya ve
önemli bir kanundur.
İnsanlar; varlıklarını ve başarılarını, bu
hikmet denen kaide ve kurala, riayet ve
itibarla paralel olarak elde ederler ve
koruyabilirler.
Hikmet: Yaratıcı ve yaratılanlar arasında;
sebebi, vesileyi ve vasıtayı zorunlu
kılmaktadır.
Zira yaratıcının izzet ve büyüklüğü, kendisi
ile varlıklar arasındaki münasebet ve denge,
hikmetle ilgilidir. Ayrıca varlıkların,
yaratıcısına delil ve burhan olması ve onların
bir kitap gibi ehil insanlarca mütalaa edilip
araştırılması ve en önemlisi de, insanların
kendilerinin imtihan ve test edilerek dünyada
ve ahirette başarılarının esası, temeli ve alt
yapısı; hikmettir ve hikmetle ciddi
münasebettir.
Hikmetin nasip olduğu insanlar ise,
varlıkların en şereflisi ve kıymetlisidir.
Bu esasa binaen varlıklar, eşya ve insan ile,
yaratıcı arasındaki münasebet olgusunun
genel adı, hikmettir.
Cansızlar ve canlılar arasındaki irtibatlar,
Yaratılma ve yaratma arasındaki perdeler,
Hastalık ve afiyet arasındaki sebepler,
Kulluk ve ona bağlı neticeler,
Tebligat ve hidayet arasındaki ilişkiler,
Ziraat, ticaret, sanat ve ibadetlerin, neticeleri
ile münasebetlerinde hikmet esas olup, onun
gereği olan sebepler, vesileler ve vasıtalar,
işin mahiyeti icabı olacaktır ve vardır.
Burada vasıtaların olması, hikmet açısından
kudret ve izzeti ilahiyece lüzumlu olmakla
beraber, Cenab-ı Hakk’ın birliği ve celali de,
bu vasıtaları müessiriyetten azletmektedir.
Sadece ve sadece vesile olarak kalmasını,
hikmet icap ettirmektedir.
Demek ki vasıtalar, Allah’ın hakim ismi
iktizasınca yaratılışın bir esasıdır.
İşte bu manadaki vasıtalar; mahiyeti icabı
dinimizde de vardır ve gereklidir.
Mesela: Hidayetin vasıtası, peygamberlerdir.
Allah’ın peygamberlerine emirlerinin
vasıtaları, meleklerdir.
Kelam-ı ezelinin vasıtaları, kitaplar ve
suhuflardır.
Tecelliyatın ve tezahüratın vasıtaları,
mucizeler ve sanatlardır.
Affın ve mükafatın vasıtası, ikramlar ve
cennettir.
Kahrın ve cezanın vasıtası, hadler ve
cehennemdir.
Ubudiyetin ve kulluğun vasıtası, ibadetlerdir.
Allah’a yaklaşmanın vasıtası ise, marifet ve
takvadır.
O halde; vasıtanın olmadığı hiçbir yer, durum
ve zaman yoktur.
Vasıtasız olan şeylerin idraki, anlaşılması ve
münasebetleri bilinmez.
Buraya kadar anlattıklarımızda önemli olan
nokta şudur: Bu vasıtaların; sadece vesileden
ileri geçmemesi, şeffaf ve nezih olması,
hakikatleri perdelememesi ve örtmemesi,
özellikle de, kul ile Allah arasındaki
münasebete kuvvet vermesi ve kesmemesidir.
Hakikatler ile, muhatapları arasındaki, hikmet
icabı olan vasıtalar; kesif olup irtibatı keser
ise, o zaman hikmet ortadan kalkar ve
mahsurlar meydana gelir. O vasıta, vasıta
olma özelliğini kaybeder.
Mesela; bir matematik kitabı ile, talebelerin
arasına öğretmenlerin girmesi, talebe ile
kitabı kaynaştırır. Muhabbeti artırır. İlme de
kuvvet verir. Öğretmenler bu anlamda vasıta
olarak bir yekun teşkil etmektedirler.
Sanatkârlar; sanatlarla çıraklar arasında,
maharetin intikalinde vasıtadırlar. Aksi halde
sanatların ve maharetlerin nesli kesilir ve
güdük kalır.
Aynen öyle de; maneviyat büyükleri de Allah
ile kul arasında, kulun rabbi ile münasebetini
teminde ve muhafazasında şeffaf vasıtadırlar.
Bunların aradan çekilmesi kul ile Allah
münasebetini bozar ve irtibatı keser.
Ancak, vasıta olmak da kolay bir şey değildir.
Bu işe ehil olmak ve erbabı olmak meselenin
önemli noktasıdır.
Yani matematik kitabı ile öğrenci arasına
vasıta olarak, öğretmen girmelidir. Ancak bu,
müzik öğretmeni olursa, o işten hayır gelmez.
Hasta ile hastalık arasına hikmet icabı şeffaf
vasıta olan doktor girmelidir. Ancak, doktor
yerine mühendis girer ise, ölüm meleğine
hizmetten başka bir şeye yaramaz.
Nasıl ki göz ile eşya arasına, gözlükler giriyor.
Kulak ile seslerin arasına duyma cihazları
giriyor. Ve bunlar vasıta olarak, gözleri ve
kulakları avam olanların, daha
karadamlalar
amin, Allah doğru yoldan ayırmasın kardeşim.
sonraki yorum yazan arkadaş;
Allahtan birinin hakkı ya da yüzü suyu hürmetine isteme ayrı bir şeydir, komple birinden bir şey dilemek ayrı bir şeydir. medet ya geylani sözü ile geylaninin sana yardım etmeye kadir olduğu gibi bir zanna ulaşılır halbuki o kişi ölmüştür, ölü ya da diri sana yardım etme imkanı olmayacak birini yardımına yetişir sanmak şirktir.
Kayıtsız Üye
Değerli Arkadaşlar!
Bu yazımda, öncelikle, tartışma yerine, tartışmalarda kullanmamız gereken, ilmî ölçülere bir ışık tutmak gibi bir amaç taşıdığımı belirtmek isterim.
Bir Sonuca ulaşamayan bütün ilmi tartışmaların sebebi, her tartışmacının konuya değişik cephelerden bakıp yaklaşması, bütün cepheleri ile konuyu ihata edebilecek bir bilgi birikimine sahip olmaması, tüm incelikleri hesaba katabilecek, tüm alternatifleri değerlendirebilecek bir bakış tarzı ile olayı ortaya koyamamasından kaynaklanmaktadır. Mesela, evliyânın ruhaniyetinden istimdat bahsi ele alındığı zaman, herkes kendi bakış açısından, kendine delil olarak aldığı kaynaklardan hareketle yola çıkar ve sonuçta kullandığı kaynakların bakışı ile ortaya attığı fikir doğrudur. Ancak şunu düşünmelidir ki, o kullandığı 2,3 kaynağın dışında, olayı daha ince noktalardan ele alan, meselenin ilmi delilerini çok daha mükemmel şekilde ortaya koyan yüzlerce kaynak bulunmaktadır. Kullandığı kaynağa göre, doğru gibi görünen fikrin, tüm kaynakların incelenmesi ile eksik noktalarının bulunduğu ortaya çıkacaktır.
İlim adamı, meseleleri kişisel bazda ele almaz. İnsan şaşar, beşer derler.. Hata yapar, yanlış konuşur, kin besler, hased eder sonra yanlışını belki anlayıp düzeltir. İlmî konular, böyle duygusal bir altyapı üzerine bina edilemez. Aktüalite ile ilmi tartışma yapılamaz. İlmi tartışmalar, ilmî verilere dayandırılarak yapılır ve maksad muhatabın mağlubiyyeti değil gerçeğin bulunması olur. Hal böyle olunca kardeşlerimin hepsine şöyle bir tavsiyede bulunmak isterim.
Yetiş yâ abdulkâdir! sözünü tartışmadan önce, Abdulkâdir Geylânî’nin (k.s.) bütün eserleri dikkatlice okunmalı, hayatı incelenmeli, menkabeleri okunmalı ki, böyle bir sözün var olup olmadığı, varsa edebi sanatlar içerip içermediği, teşbih, mecaz, istiare gibi unsurlar taşıyıp taşımadığı, böyle bir sözle neyin murad edildiği veya Abdulkâdir Geylânî’nin (k.s.) böyle bir sözü uygun bulup bulmadığı, uygun bulmuşsa bu sözün ne anlam taşıdığı bütün detayları ile ele alınıp ondan sonra hüküm vermelidir. Mecaza çok bilinen bir örnek vermek istiyorum. Birisi dese ki: Ben elinde kılıç olan bir aslan gördüm , bunun anlamı, ormanlar kıralı dediğimiz aslan hayvanının eline kılıç alıp ortalıkta dolaştığı anlamına gelmez. Bu sözde mecaz vardır. Bu sözün anlamı Ben cesurluk konusunda aslan gibi bir yiğidi elinde kılıçla gördüm demektir.
Edebî sanatları bilmeyen birisi, Ben elinde kılıç olan bir aslan gördüm sözünü gerçeğe aykırı ve mantıksız bulur. Halbuki mesele onun anladığı gibi değildir.
Her ilmin bir terminolojisi vardır. İslamî ilimlerin üç temel ilmi olan Akaid ilmi, fıkıh ilmi, ahlak ilmine özel istilahlar ve terimler vardır. Mesela, Salât kelimesi, sözlükte dua anlamına geldiği halde, fıkıh ilminde, günde beş vakit kılınan, belirli bir şekli olan ibâdet anlamında kullanılmıştır. Şimdi Arapçayı çok iyi bilen bir kişi, dese ki:
Kur’ân-ı Kerîm’de, Allahu Teâlâ, Salâtı ikame edin buyuruyor, salâtın anlamı sözlükte dua etmektir. Ben de Arapçayı çok iyi dercede biliyorum, bu konuda dünyanın en ileri dilbilimcileri arasındayım, O halde bu ayet-i celîlenin verdiği emir, dua edin emridir. Kıyam, kıraat, rukû, sucûdu olan namaz diye tarif ettiğiniz eylem bu ayette yoktur!
Bu kişiyi doğruya nasıl iletirsiniz? Yapacağınız şey şudur: Evvelâ ona şunu söylemelisiniz. Arapçayı çok iyi bilmeniz sizin Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakkın, salatı ikâme edin ayet-i celilesi ile neyi murad ettiğini anlamanıza yetmez. Bu ayet-i celile’ye mânâ verebilmeniz için, fıkıh usulü denilen ayet-i celilerden ve hadis-i şeriflerden hüküm çıkarma ilmini çok iyi bilmeniz gerekir. Fıkıh Usulü yani fıkıh metodu konusunda yazılmış yüzlerce mükemmel kitap bulunmaktadır. En azından, Osmanlı ulemâsından Molla Hüsrev’in yazdığı ve Osmanlı medreselerinde asırlarca okutulan en üst seviyede ders kitaplarından birisi olan Mir’at adlı yaklaşık 1000 sayfa hacmindeki kitabı iyi bir fıkıh âliminden okumanız lazımdır ki, salatı ikame edin âyet-i celîesine, Mezhep imamları olan İmam Azam, İmam Mâlik, İmam Şâfii, İmam Ahmed ve binlerce Büyük İslam alimi, sözlük anlamı salatı ikame edin olan ayet-i celileye nasıl namaz dosdoğru kılın anlamını verdiklerini anlayabilesin. Eğer hüküm içeren bir âyet-i celileye mânâ verebilmek için ondan hüküm çıkarabilmek için, yakaşık 1000 sayfalık bir kitabın, çok iyi bir alimden, iyice okunup anlaşılması gerekli oluyorsa, bu ilme sâhip olmadan, hüküm belirten âyet-i Celileleri kendi anladığımız gibi yorumlayıp kendi fetvâmızı vermenin ve bunu en doğru imiş gibi, bu ilimden habersiz insanlara anlatmanın ne kadar büyük bir vebali taşıdığını anlamamız gerekir.
Bu verdiğimiz örnek herkesin bildiği bir örnektir ve üç temel ilmin fıkıh bölümünü ilgilendiren bir yaklaşımdır.
Üç temel ilmin, ahlâk bölümü ile ilgili, ilmî mevzûlara da aynı mantıkla yaklaşabiliriz. Ahlâk, zühd, takvâ gibi isimlerle de isimlendirilen bu islamî temel ilmin incelikleri, metodu, usûlü de fıkıh ilminden daha az bir öneme sahip değildir. Bu ilim gönül ilmidir, kalb ilmidir, sır ilmidir. Kalbin hallerini konu alan, Muhabbetullah ve muhabbet-i Rasûlullah’a ulaştıran bu sahada da binlerce âlim yetişmiş, on binlerce eser yazılmış, terminoloji oluşturulmuştur. Nasıl ki, salat ayet-i celilesini tam olarak anlayabilmek için, salat kelimesinin fıkıh ilmi terminolojisinde, sözlükte geçen dua anlamında değil, namaz anlamında karşılık bulduğunu bilmek ve bunun için fıkıh metodu ilmini tam anlamıyla öğrenmek gerekiyorsa, bir ahlâk ilmi terminolojisi olan evliyanın ruhaniyetinden istimdat etmek konusunda da doğru bir fikre sahip olmak için, ahlak ilmi metodu konusundaki muteber eserleri çok iyi bir âlimden okuyup, anlamak, o eserlerde anlatılan güzel ahlakı kendine hayat tarzı yapmak ve bu gibi terminolojik cümlelerin altında yatan gerçek manayı idrak etmek gerekir. Aksi halde, Arap Dili uzmanının bir fıkıh ilmi terminolojisi olan salat kelimesi konusunda düştüğü hataya, biz de bir ahlak ilmi terminolojisi olan istimdât konusunda düşmüş oluruz. İstimdât kelimesinin altında belki de ciltleri dolduracak kadar derin bir mânâ okyanusu vardır. Belki de çoğu anlamlar, kaleme bile alınamayacak kadar soyuttur. Bu kadar derin mana taşıyan, bir ahlak ilmi terminolojisine, ahlak ilminin metodunu temel almayan aktüel tartışmalarla anlam vermeye çalışmak bizi sağlıklı bir neticeye ulaştırmayacaktır. Bu konuda zaten, ahlak ilminin büyük alimleri gerekli tartışmaları yapmışlar, eserlerinde bunlara son noktayı koymuşlar, ahlak ilmi metodunu fiilen oluşturmuşlardır.
Bu aşamadan sonra, ahlak ilminin terminolojisi konusunda yeni hükümler ortaya koymak, ahlak ilminin ordinaryüslerinin bu konuda ortaya koyduğu ilmî bahisleri önemsememek demektir ki bunun hiç de ilmî bir yaklaşım olmadığı açıktır. Ahlak ilminin en üst seviyede olan ulemasından birisi de Abdulkâdir Geylânî’dir (k.s.). Çok iyi bir eleştirmen âlim olan İbni teymiyye dahi, onun kadr u kıymetini eserlerinde takdir etmiş pek çok eserinde ondan övgü ile bahsetmiş, o’nun Futuhu’l-gayb adlı eserinin bazı bölümlerine şerh yazmıştır.
Abdulkâdir Geylânî’nin ahlak ilminin metodlarını da içeren eserlerinden bazıları şunlardır:
-El-Qunye li Tâlib-i Tarîkı’l- Hak
-Fethu’r-Rabbanî
-Sırru’l-Esrâr
-Fütûhu’l-Gayb
Bütün kardeşlerime imkanları ölçüsünde bu eserleri okuyup iyice fehmettikten sonra, istimdat kelimesi kavramını yeniden düşünmelerini tavsiye ederim.
İfrat ve tefrit arasında mutedil bir yol takip etmek, güzel ahlakın tâ kendisidir.
Saygılarımla…
Kayıtsız Üye
En azından bu eserler iyice tetkik olunmalıdır ki, istimdât kelimesi altında yatan derin mânâlara âşinâlık kazanmak mümkün olabilsin… İstimdât ile aslında neyin murad edildiği anlaşılabilsin.
Şu da önemli bir husustur ki, istimdâdın gerçek anlamını bilmeyip onu eleştiren ile yine onun gerçek anlamını bilmeden uygulamaya çalışan, aynı hatanın içine düşmektedir. O da işin gerçeğini, şartlarını, uygulama şeklini, akâide, Hakk’ın rızâsına ters düşmeyecek bir tavır takınmayı bilmemek ve akâide, Hakk’ın rızâsına aykırı bir niyet taşımak hatasıdır.
Suda boğulmak üzere olan birisinin yüzmeyi ve boğulanı kurtarmayı iyi bilen birisinden, meded diyerek yardım istemesi, tevhîde aykırı bir davranış değildir. Bilakis sebeplere yapışma anlamında emr-i ilâhîdir. Çünkü Allahu Sübhânehu ve Teâlâ, bu âlemde her şeyi bir sebeple yaratmaktadır. Boğulmak üzere olan kişinin, yâ Rabbî meded diyerek Allahu Teâlâ’dan yardım istemesi ile, hemen yanıbaşında bulunan bir insandan yardım istemesi arasında nasıl bir ilgi, alâka varsa, evliyânın rûhâniyyetinden yardım istemekle, yâ Rabbî meded demek arasında da aynı ilgi, alâka mevcuddur. Evliyânın rûhâniyyetinden, yardım istemek tevhîde aykırı değildir. O da, boğulmak üzere olan kişinin kendi cinsinden bir insandan yardım istemesi gibi, sebeplere yapışmanın bir şeklidir. Sebeplere yapışmak ise emr-i ilâhîdir. Aslında her iki durumda da yardım eden Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir. Çünkü evliyâullahın itikâdına göre, Allahu Teâlâ’dan başka fâil yoktur. Ondan başka güç ve kudret sâhibi yoktur. Bütün mahlûkat âcizdir. Onlara güç ve kuvvet veren Cenâb-ı Hak’tır. Cenâb-ı Hakkın dilemesi, ol demesi, yaratması olmadan, bir elektron dahî yerinden hareket edemez, şu kânatta bir yaprak dahî dalından düşmez. Boğulanı kurtaracak olana, kurtarma gücünü ve arzusunu verecek olan Cenâb-ı Haktır. Aksi halde, o kişi, imdad isteyenin yardımına koşmaya güç getiremez veya onu kurtarmaya istekli davranmaz. Burada, üzerinde düşünülmesi gereken bazı incelikler vardır diye düşünülebilir. Birincisi, boğulanın yardım isteyeceği zâtın gerçekten, kurtarma işinde mâhir olmasıdır. Eğer o işte mâhir ise, o’nun, Allahu Teâlâ tarafından kullara uzatılan yardım elinin zâhiri bir görüntüsü olduğuna hükmedilir. İkincisi, cemâl âlemine irtihâl eden bir velînin dünyâ ile ilgisini koparacağı, artık maddî mânevî herhangi bir şeye Allahu Teâlâ’nın izn ü inâyeti ile güç getiremeyeceği, Allahu Teâlâ’nın izn ü inâyeti hiç kimseye dua edemeyeceği düşüncesidir. Bu düşünce ise, evliyâullah’ın ahvâlinden bilgisiz olmanın bir netîcesidir. Bu sebepten, ahlâk ilmini konu alan eserleri çok iyi bir âlimin riyâsetinde okuyup fehmetmek icâb etmektedir. Dünyâ hayatında, bütün insanlar aynı derece ve rutbede olmadığı gibi, bütün velîler de aynı seviyede değildir. Ahlâk ilminin en dakîk bahislerindendir ki, büyük rutbeye erişmiş velîler, cemâl âlemine göçtükten sonra da dünyâ hayatında olduğu gibi tasarruflarına devâm ederler. Hatta bi-iznillahi Teâlâ, dünyâ hayatından daha kuvvetli olarak tasarruf etme imkânı bulurlar. Çünkü tasarruf eden, dua eden, Hakk’a yakın olan onların rûhudur. O rûh dünyâda cesed içinde iken, kın içinde kılınç mesâbesindedir. Halbu ki cemâl âlemine göçtükten sonra, kından çıkmış hazır yalın kılınçtır. Hazır yalın kılıncın, kındaki kılıca nazaran çok daha tesirli olacağı izahtan vârestedir. Ancak onların dua etmesi veya etmemesi, tasarruf etmesi veya etmemesi de, tamamen Allahu Teâlâ’nın emr-i şerifine müsteniddir. O’nun (c.c.) emri, dilemesi, ol demesi ve yaratması iledir. O’ndan (c.c.) başka güç ve kuvvet sâhibi yoktur. O’ndan (c.c.) başka güç ve kuvvet verecek olan da yoktur. Dilediğini yaratır. Dilediğini yaratmaz. Dilediğini bir veli kulun elinden açığa çıkarır. Dilediğini çıkarmaz. O (c.c.) hüküm ve hikmet sâhibidir. O’ndan (c.c.) başka ilâh yoktur. Kullarına merhametinden dolayı, her şeyi sebeple yarattığı gibi sebepsiz de yaratır. O’nun (c.c.) kudretine bir nihâyet yoktur. O (c.c.) verâların verâsıdır. O (c.c.) hiçbir şeye benzemez. Hiçbir şey o’na (c.c.) benzemez. Büyük mertebeye erişmiş Allah dostlarının benlik ve enâniyyetlerinin Allahu Teâlâ’nın varlığında eriyip yok olması, onların cüzi irâdelerinin Allahu Teâlâ’nın yüce irâdesinde kaybolması sebebiyle, onlarda ve onların fiillerinde tecellî eden Allahu Teâlâ’nın kudretidir. Kendi güç ve kudretleri değildir. Nasıl olsun ki? Onlar, Allahu Teâlâ’nın izn u inâyeti ile kendi varlıklarından, benliklerinden, irâdelerinden, dilemelerinden, nefsânî arzularından, dünyâdan ve dünyânın içindekilerden geçmişler, Allahu Teâlâ’nın Zât tecellîsine mazhâr olmuşlardır. Daha önce de belirtidiği şekilde bu konu, basit mülâhazalar ile ale alınıp, aktüel tartşmalara zemin oluşturacak bir konu değildir. Bu saha derin bir ilmî birikim gerektirir. Ancak bu ilim sâyesinde, doğru yanlıştan, tevhîd şirkten ayırt edilebilir.
Kayıtsız Üye
Abdulkâdir Geylânî’nin (k.s.) ekolünde kitap ve sünnete bağlılık o derece önemlidir ki, bunun en büyük göstergesi olan Hulefâ-i Râşidîn (r.a.) sevgisinin bir nişânesi olarak, bu yoldan yetişen büyük velîler, Hulefâ-i Râşidîn’in (r.a.) isimlerini, mânevî makamlarının en önemli alâmetleri olan taçlarına işlemişler, bu güzel isimleri başlarına tâç etmişlerdir. Sâlikleri Kitap ve sünnete bu derece bağlı olan bir yolun müessisi ve İslâm ulemâ ve evliyâsının en önde gelenlerinden olan, Abdulkâdir Geylânî’nin (k.s.), ahlâk ilmi konusunda te’lif ettiği eserlere muttalî olmadan, bu ilmin derinliklerine nufûz etmeden, o’ndan (k.s.) istimdât konusunda beyanda bulunmak, hükümler vermek, mesuliyyeti çok ağır olan büyük bir cürettir. Kendi nefsini, hem o’ndan (k.s.) ve hem de o’ndan (k.s.) sonra gelen binlerce Allah dostu âlimden daha üstün görmektir. Bu hal, benlik ve enaniyyetin göstergesidir. Hak katında makbûl binlerce ulemâ ve evliyânın tâkip ettiği yola sû-i zanda bulunmaktır.
Bunun yanında, istimdât terimine evliyâ’nın yüklediği gerçek mânâdan habersiz olarak, tevhîd-i İlâhîye uygun olmayan düşünce ve niyyetlerle istimdât etmek de önemli bir hatâdır ve düzeltilmesi gerekir. Bunun da vebâli ve mesuliyyeti evvelkinden daha az değildir.
Netîcede, istimdât konusunda iki önemli proplem karşımıza çıkmaktadır.
a. İstimdât kavramına olumsuz olarak bakılması
b. İstimdât kavramına olumlu olarak bakılması ancak uygulamanın yanlış yapılması
Her iki problemin çözümünün tek çaresi ilimdir. İstimdât teriminin altında çok derin ve ince mânâların bulunduğunu düşünerek, öncelikle İslâm’ın üç temel ilminden birisi olan ahlâk ilmini tahsil etmek ve Rasûlullah’ın (a.s.) güzel ahlâkı ile ahlâklanmak yolu ile bu terimin altında yatan sırlara vâkıf olmak, kalbleri her yönü ile mutmain edecek, zihinlerdeki soru işâretlerini kaldıracaktır.
Kayıtsız Üye
Değerli arkadaşlar!
Şu hususu da özellikle vurgulamak yerinde olur diye düşünüyorum. İblîs’in ve avânesinin, insanların aklını vicdânını, fikriyyâtını her ân ifsâd etmek cabasında olduğu bu fenâ âleminde, devr-i Âdem Aleyhisselâm’dan beri, her güzel ve faydalı şeyin istismârı yapılmıştır ve kıyamete kadar da bu çirkin şeytânî meslek devâm edecektir. Yaratılışın kanunu budur. Maâlesef, en çok istismâr edilen konulardan birisi de ahlâk ilminin uygulaması olan tasavvuftur. İnsandaki enâniyyetin yok edilmesini amaçlayan tasavvufun, bizzat enâniyyet sâhipleri tarafından istismâr edildiği ve ahlâk ilmine âşina olmayanların bu husustaki samîmî duygularının sömürüldüğü, onların farklı mecrâlara sürüklendiği de bir gerçektir. Ancak hayatımız için gerekli herhangi bir konunun istismâr edllmesi, o konunun tamamen hayatımızdan çıkarılmasını gerektirmez.
Namaz kılan bir tâcirin, namazın arkasına sığınıp kendini muttaki göstererek hîle yapması, namaz ibâdetinin kaldırılmasını icâb ettirmez. Namazın günlük hayatımızda, dünyevî menfaatler ve şeytânî maksadlara istismâr aracı olarak kullanılması, namaz emrini ortadan kaldırmaz. Bilakis, bizlere gereken, namaz kılan insanın nasıl bir ahlâka sahip olması gerektiğini iyice öğrenip, en güzel ahlâk olan Rasûlullah’ın (a.s.) ahlâkı ile ahlâklanmanın yolunu arayıp, bu konuda ilim tahîl etmek, nefis mücâhedesi yapmak, Allah Teâlâ’nın razı olduğu, olması gereken bir namaz kılan tavrı sergileyerek topluma örnek olmaktır.
Bunun gibi, İslâm’ın üç temel ilminden birisi olan ahlâk ilmi ve onun uygulamaları, namaz ibâdeti gibi kesin ve sağlam delillerle dînî hayata girmiş, esasları belirlenmiş, yanlışı doğrusundan ayrıştırılmış, ulemâ-yı ekâbirin yaşantısı ile tarih sahnesinde yerini almıştır. Suyun kaldırma kuvveti gibi fizik kanunu haline gelmiş bir ilmî gerçeği tartışmak ne ise ahlâk ilmini ve onun gerçek uygulamasını tartışmak da aynı mantık hatasına düşürür. Hangi sahada olursa olsun istismârların tek çözümü ilim tahsîl etmektir.
Ahlâk ilmi müesselerindeki bozulmanın düzeltilmesi konusunda yapılan istişâre toplantılarında, Ziyâ Gökalp şu öneriyi sunmuştu: ‘Bütün tekkelerde, İmam Gazalî’nin İhyâu Ulûmi’d-Dîn adlı eseri ve İmam Kuşeyrî’nin, Kuşeyri Risâlesi adlı eserleri okutulsun!’
Bu öneri, kanaatimce, asıl gayesi itibârı ile fevkalâde bir önemi hâizdir. Çünkü bu iki eser, ahlâk ilminin esaslarını bütün yönleri ile ortaya koyan, ulemâ-yı İslâm’ın kabul edip beğendiği, takdîr ettiği temel kaynakların önemlilerindendir. İmam Gazali Hazretleri Şâfî Mezhebinin önde gelen isimlerindendir. İhyâ adlı eserini, Hanbelî mezhebinin önde gelen ulemâsından Ebul Fereç İbnul Cevzî içindeki ehadîs-i Nebeviyyi tashîh edip özetlemiş, bu özeti de yine Hanbelî Mezhebinin önde gelen ulemasından ibni Kudâme de daha da özet hâle getirip el kitabı hüviyetine sokmuştur. İhyâ konusunda yazılmış daha pek çok eser, onun ilmî değerini ortaya koymaktadır. Bu ve bunun gibi Ahlak ilminin temelleri olan eserlerin okunup okutulması, tasavvuf sahasında gerçek bilgileri zihinlere nakş edecek, istismarların önünü kapatacaktır.
meded ya seyyid abdülkadir geylani, medet ya seyyid abdülkadir geylani biiznillah