TEVÂZU Anlamı
İnşirah
Tevâzu, alçakgönüllülük; mütevazı, alçakgönüllü demektir. Tevâzuun zıddı, kibir ve gururdur. Mütevazı insan, kendisini başkaları ile eşit veya onları kendinden üstün görür ve haddini bilir. Kibirli/mütekebbir ve gururlu/mağrur kişi ise kendisini başkalarından daha büyük ve daha üstün görür. Tevâzu, bir insanın kendisini başkalarından daha büyük, daha üstün, daha önemli ve daha değerli olarak görmemesi halidir. Soyu sopu, malı mülkü, makamı mevkii, gücü kuvveti, şanı şöhreti, eşi dostu, boyu posu, ilmi irfanı, zühdü takvası ne kadar çok ve iyi durumda bulunursa bulunsun, bütün bunları yok sayıp kendini başkalarından üstün ve önemli görmemek tevâzuun temelidir. Diğer ahlakî değerlerde olduğu gibi tevâzu konusunda da ifrât, tefrit ve itidâl kavramları önem taşır. Bir insanın kendisini başkalarından üstün görmesi, kibir ve gururdur. Bu bir ifrât halidir. Başkalarını üstün görürken kendini hor ve hakir görmesi, zillet ve meskenet halidir. Bu da tefrittir. Başkalarıyla eşit olarak görmesi ise itidal halidir. Tevâzu da da budur. Her şeyin hayırlısı orta çizgidir, itidâldir. Fazilet ifrat ile tefrit arasındaki itidâl yolunu bulmak ve bu yolda yürümektir. Sırat-ı Müstakim/doğru yol budur. İnsanın bu yolda yürümesi için haddini bilmesi, kendisini, ne olduğundan büyük ne de küçük görmemesi gerekir. Bunu bilmek ise kolay değildir. Zira nefs ve şeytan kişiye, başkalarından daha önemli ve üstün olduğunu hiç durmadan telkin eder. İnsan tabiatı gereği bu telkini kabule son derece mütemâyil ve müsaittir. Onun için bu noktada marifet-i nefs dediğimiz, insanın, kendini ve haddini bilmesi ve bu çizgiyi aşmaması önem taşır. Bazı kibirli kişilerin kendilerini alçakgönüllü sanmaları bundan kaynaklanmaktadır. İnsanın, emsâli ve akrânı yanında iken onları kendisinden bir parça üstün ve önemli görmesi olayına tevâzu denir. Aynı yaşta, rütbede, mevkide ve konumda bulunanlar arasında tevâzu bahis konusu olur. Bu yönden farklı durumda bulunanlar arasında tevâzu söz konusu olmaz. Babanın evladına, âlimin câhile, hocanın talebesine, ustanın çırağına, âmirin memura karşı alçakgönüllü davranması tevâzu değildir
Kulluğun Diğer Adı: Tevazu
LeoparGS
Kulluğun Diğer Adı: Tevazu
İrtifâ-ı kadr için lâzım tevâzu âdeme
Şemsi gör kim sâyesin salmış ayaklar altına
(Anonim)
Tevâzu kavramına Hazreti Ali Efendimiz’e atfedilen söz çerçevesinde bakacak olursak, insanın, kendisini insanlardan herhangi birisi bilmesi, hiç kimseden üstün görmemesi, hatta herkesin dûnunda görmesi yani "Herkes yahşî men yaman, herkes buğday men saman" demesidir, diyebiliriz. Hazreti Ali efendimiz ”Kün indennâs ferden minennâs/İnsanların içinde onlardan bir fert ol” der. Tevâzuun hemen yanıbaşında mahviyet, alçakgönüllülük, hacalet gibi bir kısım hisâl-i hamîde (makbul hasletler), tam karşısında da kibir, tekebbür, çalım satma, gurur ve enaniyet gibi ahlâk-ı mezmûme (kötü huylar) yer alır. Bizim lugatımızda tevâzu, "Hakk’ın büyüklük ve sonsuzluğu karşısında, sıfır-sonsuz nisbetlerine göre insanın kendi yerini belirleyip, bu düşünce, bu tesbiti benliğine mâl etmesidir." (K.Z.Tepeleri 1, sh.116) Eserin müellifi başka bir yerde tevâzu hakkında ”O, insanın kendini sıfırlaması, vicdanında sıfırlama iz’anına ulaşması ve mahviyetin tavır ve tavranışlarına aksetmesidir" der.
Gönül erbabından bir kısmı tevazûu ”Karşılaştığın bütün müslümanları kendinden üstün görmendir” diye tarif ederler. Diğer bazısına göre tevâzu ”Kişinin kendi nefsini hor ve hakir görmesi”; bir kısmına göre de ”kimden ve nereden gelirse gelsin doğruyu ve hakkı diriğ etmeden kabul etmesi” demektir. ”Kendisinin bir makamı ve yeri olmadığına inanmak, tevâzuun tâ kendisidir” diyenler de olmuştur.
Sözlerimizin başına berceste yaptığımız beyitte şair tevâzuun timsali olarak bize güneşi gösteriyor ve onun halini kendimize örnek alarak mütevazi olmamızı salık veriyor.
Beyitte geçen ‘irtifa’ kelimesi de artık dilimizdeki yerini yavaş yavaş kaybetmeye başlamış ve sadece bazı yaşlılarımızın nadiren kullanır oldukları bir kelime haline gelmiştir. Bu kelimeye yükseklik, yükselme, yukarı çıkma gibi anlamlar vermek mümkün. Bazı filmlerde, ‘Uçak irtifa kaybediyor’ ifadesini duyarız ya, işte bu manada kullanılır. ‘Kadr’, ma’lum olduğu üzere kıymet ve değer demek. Hani çoğumuz çok zaman ‘kadr ü kıymet’imizin bilinmediğinden yakınır dururuz; işte o kadr bu kadr. ‘Âdem’, ma’lum, insan ve insanoğlu demek. Hepimiz kısaca ilk atamız Hazreti Âdem’in ismiyle anılıyoruz.
İkinci mısrada geçen ‘şems’ kelimesinin dilimizde güneş karşılığına geldiğini çoğumuz biliriz fakat yine de bu kadar ma’ruf bir kelimeyi bile yeni nesillerin tanıyıp tanımadığında şüphem var. Çevremize şöyle bir baktığımızda günümüz şair ve yazarlarının eserlerinin bile sözlük yardımıyla okunduğunu görünce bu kadarcık şüphede biraz hakkımız olsa gerek. ‘Sâye’, Farsça bir kelime. Sözlüklerde değişik karşılıkları var fakat burada gölge manasında kullanılmış.
Bu mini lugatçeden sonra beyte mana vermek istediğimizde yaklaşık olarak şöyle bir şey söylemek mümkün: "Hem Allah nezdinde, hem de insanlar arasında kadr ü kıymetini, değerini yükseltmek isteyen kimseye gerektir ki, her hâl ve hareketinde mütevazi, mahviyetkâr ve alçakgönüllü olsun. Bu güzel hasletlere sahip olabilmek için kendisine bir örnek arayan kişi, en zirvede durup sürekli mevcûdâtın başını okşayan güneşe –eskilerin tabiriyle- bir nigâh-ı âşina kılsın ki, o güneş, gölgesini ayaklar altına sermiş; kapıya eşik, eşiğin önünde paspas olmuş. Olmuş da o tevâzuuyla yükseklerden daha yükseklere çıkmaya muvaffak olmuş."
İsterseniz güneşin tevâzuuna bir de M. Fethullah Gülen Hocaefendi’den bir cümleyle değinelim:
" Güneş, o dev cesameti ve o her şeyi kucaklayan sımsıcak atmosferiyle, tıpkı şefkatli bir anne gibi, tesir alanına giren hemen herkesi ve her şeyi sıyanet kanatları altına almakta, hiçbirini mahrum etmeden hemen hepsini görüp gözetmekte ve vâridâtını onların başlarına boşaltarak türlü türlü ışık-renk oyunlarıyla her zaman emre âmâde olduğunu haykırmaktadır."
Şiirin şirin ve hoş ikliminden ayrılmadan önce üzerinde konuştuğumuz mevzu hakkında benzer bir beyit de Şehzade Bayezid’den okuyalım:
"Rif’at istersen eğer mihr-i cihan-ârâ gibi
Sür yüzün hergün yere, eyle tenezzül mâ gibi."
Şairimizin beytinde geçen ‘rif’at’ kelimesi birinci beyitte geçen ‘irtifa’ kelimesiyle aşağı-yukarı aynı anlamı taşır. O da yücelme, yükselme demektir. ‘Mihr’ güneş, ‘cihan-ârâ’ da cihanı süsleyen manalarına gelir. Dolayısıyla ‘mihr-i cihan-ârâ’ bir terkip halinde cihanın süsü, ziyneti güneş gibi bir manaya geliyor. İkinci mısrada geçen ‘tenezzül’ kelimesini buradaki anlamıyla tevâzu ile karşılamak mümkün. ‘Mâ’ ma’lum olduğu veçhile Arapça’da su demektir. Kalb ve ruh hayatına çıkmışlardan birisi hakîkî mümini, himmetini âlî tutup her şeyi gölgeleyen buluta ve sulayan yağmura benzetir. Aslında sular sadece tevâzularıyla değil pek çok yönden insanoğlu için örnek teşkil ederler. Söz hazır, suya değmişken Hocaefendi’nin ‘sular’ hakkındaki enfes bir sözünü buraya almak isterim:
"Sular, ummandan, mini mini nem parçacıkları halinde ayrılır; enerjilerini kullana kullana, mahiyetlerinin müsaadesi çerçevesinde zıtlıkları aşar, "çiy noktası"na ulaşır.. birbiriyle bütünleşir ve ayrı bir mahiyet alırlar; ardından da bin bir tarraka ve ışık oyunları içinde yeniden baş aşağı toprağın bağrına boşalır; arzın derinliklerinde rezervi azalan veya tamamen biten havuzları doldurur; kuruyup ciğeri yanmış ovanın-obanın imdadına koşar; bağların-bahçelerin yüzünü güldürür ve geçtiği her yerde yolunu gözleyenlere tebessümle mukabelede bulunurlar. Her şeyle ve herkesle sarmaş-dolaş olur, hemen bütün muhtaçları şefkatle kucaklar ve hiçbir ayırım gözetmeden hemen hepsinin hararetini giderirler. Sonra da, yeniden, derin bir birleşme tutkusu ve kendi havuzuna ulaşma sevdasıyla, çaylar-ırmaklar oluşturarak yürürler değişik çağıltı mûsıkileriyle göllere-deryalara.. her zaman bir gözü atmosferin derinliklerinde, diğeri arzın enginliklerinde, bitmeyen bir aşk u şevkle döner dururlar yer-gök arasında.. hem de edip eylediklerini başa kakmadan, kimseyi mahrum bırakmadan, herkesi, her şeyi, her yeri sevindirir ve bütün muhtaçların yüzlerini güldürürler; güldürür, insaf ve insaniyetimize tembihlerde bulunarak, bizi iradelerimizin hakkını vermeye çağırırlar."
Birinci beytin şairi bize güneşi bir tevâzu sembolü gösterirken, ikinci beyitin sahibi suyu bir mahviyet timsali olarak gösteriyor. Birinci beyit hakkında birkaç cümle söylemiştik. İkinci beyitte şairin söylemek istediğine gelince, şöyle özetlemek mümkündür: "Ey insan! Eğer güneş gibi başlarda gezmek, hep yükseklerde olmak dilersen kendine rehber olarak tevâzuu seç. Mütevazi olma yolunda kendine bir örnek ararsan gözünün önündeki ‘su’ya bakıver. O nasıl mahviyet içinde hep yeryüzünde dolaşır, Fuzûli’nin ifadesiyle başını taşlardan taşa vurur ise sen de öyle yere yüz sür ve her zaman alçakgönüllü olmayı tercih et. Et ki, ancak öyle yükselebilir, öyle başa erebilirsin."
Biz tekrar birinci beytimize dönelim:
Beyitin birinci mısraındaki ifade, zihinlerimize hemencecik bir Peygamber sözünün manasını getiriyor. O En Güzel Sözlü buyurur ki: "Men tevâdaa rafeahüllah ve men tekebbera vedaahüllah". Yani "Her kim hem Hakk karşısında hem de halk karşısında mütevazi davranır, yerini ve konumunu iyi belirleyerek kendisine fevkâlâdeden bir kısım meziyetler ve üstünlükler atfetmezse Allah o kimseyi hem Kendi katında, hem de insanlar nazarında büyülttükçe büyültür. –Tabiî bu da o kimsenin tevâzuunu artırdıkça artırır.- Her kim de kendisinde olmayan bir kısım güzel hasletleri var zanneder.. bunları kendinden bilir; Üstad hazretlerinin misali içinde kendisine giydirilen müzeyyen ve murassa’ elbiseyi giydireni unutarak ” Güzellik libasındır ve dolayısıyla libası bana giydirenindir; benim değildir" diyeceği yere "Evet, ben çok güzelim. Benim gibi güzel nerede var? Benim gibi birini gösteriniz" der.. kendini başkalarından üstün görür ve Rabb karşısında ‘kul-köle’ olduğunu, hiçliğini unutur da kendini bir şey olarak görmeye başlarsa Allah da onu batırdıkça batırır. Husûsî bir inayet olmadıkça da o kimsenin batışı ta gayyanın dibine kadar sürüp gider." Merhameti Sonsuz hepimizi böyle elîm bir akıbetten sıyanet buyursun!
Tevâzuda da zirve Hazreti Ahmed ü Mahmud u Muhammed Mustafa
Mekârim-i ahlâkı itmam için gönderilmiş ve sürekli vird-i zebânı ”Allahım! Beni benim gözümde küçük göster!" olan Efendiler Efendisi bizim için en güzel tevâzu örneğidir. Evet, O, Kur’an’ın ifadesiyle her konuda insanlık için ‘üsve-i hasene’ olduğu gibi güzel ahlak ve tevâzu konusunda da bizler için numûne-i imtisâldir. Öyleki, dünyanın kendisinden ve getirdiği yeni dinden bahsettiği bir dönemde O’nun bulunduğu bir meclise girenler O’nu ilk etapta tanımakta güçlük çekiyor, bir süre sonra değişik karînelerle O’nun kâinatların yüzü-suyu hürmetine yaratıldığı Hâtemü’n-Nebiyyîn olduğunu ancak anlayabiliyorlardı. O Tevâzu Âbidesi bir mescid inşa edilirken herkesle beraber çalışır, bir hendek kazılırken mutlaka ashabına arkadaşlık yapardı. Mehabeti karşısında titreyen birisine: "Korkmana gerek yok, ben de senin gibi, anası kuru ekmek yiyen bir insanım" diyen de O’ydu. Mekke’den Medine’ye hicret buyurduğunda insanlar O’nun mu yoksa Hazreti Ebû Bekir (radiyAllahü anh)’ın mı Kutlu Nebî olduğunu anlayamamışlardı. Hicrete zorlandığı Mekke’yi dönüp fethettiğinde ise mahviyeti adeta zirveye yükselmişti. Çocuklara, yetimlere, hastalara, fakirlere, eşlerine yakın ilgi ve alakası, her zaman ihtiyacı olanın yardımına koşması, kendi işlerini hep kendisi yapması, O Nebîler Serveri’nin mahviyet ve alçakgönüllülüğüne sadece birkaç misal.
Nasıl olmasın ki! Cenab-ı Allah O’nu Mirac yolculuğunda başka bir pâye ile değil abdiyet yani kulluk payesiyle zikrediyor; yol arkadaşı Cebrail "tevâda’ lirabbike yâ Muhammed" diyerek ona mütevâzî olmanın güzelliğini işaret ediyordu.
Kur’an-ı Kerim de Efendimizin şahsında meseleyi daha umumî hale getirerek herkese mahviyet ve alçakgönüllülük içinde olmayı tavsiye eder. Furkan sûresinin 63. ayetinde şöyle buyurulur: "Rahman’ın kulları, yeryüzünde tevâzu ile yürürler.. cahiller kendilerine bir lâf atınca da ‘selam’ der geçerler." Mâide sûresinin 54. ayetinde Rabbimiz, bize, inananlara karşı her zaman tevâzu içinde olmamızı emir buyururken, Fetih sûresinin 29. ayetinde de inananların birbirine karşı alçakgönüllü olmak gibi üstün bir meziyete sahip olmalarından söz eder. Yani öyle olunmasını hedef gösterir, ‘öyle olun’ der. Diğer yanda Cenab-ı Allah’ın en büyük nimeti olan hidayet ve sırat-ı müstakimi bulabilmenin en mühim şartlarından birinin de tevâzu olduğu vurgulanarak, mütekebbir kimselerin asla doğru yolu bulamayacaklarına işaret edilmiştir: "Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri, ayetlerimden uzaklaştıracağım." (A’raf, 146)
Evet, En Mükemmel Kitap mütevazi olmayı emrediyor, En Kâmil İnsan, beyan, hâl ve fiilleriyle alçakgönüllü olmanın yollarını gösteriyorsa, işin doğrusu kibir, gurur ve çalım gibi ahlâk-ı zemîme inananlara yakışmasa gerek. Kâmil insan olma yolunda bulunanlar Kırık Mızrap şairinin dediği gibi her hâlde mütevazi olmayı tercih etmeliler:
"Tıpkı bir mangal gibi derinliklerinde kor,
Duyguları bahar bulutları gibi yüklü;
Toprak kadar mahviyet içinde, ama vakur,
İçi dalga dalga ummanlardan da köpüklü…"
Bu dörtlükte de misal olarak seçilen toprak, öteden beri hep tevâzu ve mahviyetin sembolü olagelmiştir. Evliyaullahtan Cüneyd-i Bağdadî ”Allah dostları iyi olsun, kötü olsun herkesin üzerine basıp geçtiği toprak gibidir. Bütün kötü şeyler ona atılır ama ondan iyiden başka bir şey çıkmaz" der.
Îlâ-yı kelimetullah yolcularının zâd ü zahîresi: Tevâzu
Tevâzu inanan herkes için, imanın kemâline vesile çok mühim bir vasıf olmakla beraber, aynı zamanda, hayatlarını, Hayatı Veren’i, muhtaç gönüllere anlatmaya vakfetmiş; Efendimiz’in işaretlerini kendilerine emir telakkî ederek O’nun ismini, dünyanın her neresinde tebliğe muhatap ne kadar insan varsa hepsine ulaştırmaya ve anlatmaya and içmiş Hak yolcuları için o yolun olmazsa olmaz bir şartıdır. Yürüdükleri yol itibariyle böylelerinin değil şahısları adına, içinde bulundukları hey’et adına dahî küçük-büyük herhangi bir enaniyet ve inhisar tavrı ortaya koymaları asla tecviz edilemez. Zira Allah’ı anlatma davası şimdiye kadar peygamberler tarafından yürütülmüş, bundan sonra da her mümin kula açık hatta vazife, bir tevhid davasıdır.
İşte bunlar, Allah yolunun yolcuları, Hocaefendinin cümleleriyle ifade edecek olursak "Başları ayaklarının bulunduğu noktada Allah’ı tâzim ve insanlara saygı mülahazasıyla sürekli iki büklüm.. tevâzu kanatları sürekli yerde ve gül bitirme neşvesiyle toprak olmaya teşne birer mahviyet kahramanıdırlar."
Evet, dava tevhid davasıdır. Tevhid ise ancak ‘ben’ ve ‘biz’den kurtulup ‘hüve’yi bulma ve göstermekle mümkün olabilir. Hazreti Bediüzzaman bu lüzûma bir yerde şöyle işaret eder: "Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çekin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikate lâzım ve elzemdir. Çünkü, bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfuruşluktan ileri geldiğinden, ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârâne daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir ."
Üstad kendisi de bir tevâzu âbidesidir. Merhum A. Ulvi Kurucu bey, Tarihçe-i Hayat’a yazdığı önsözünde onun tevâzu ve mahviyetini şöyle anlatır: "….. Nur Risalelerinin bu kadar harikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü, Üstad, sohbet ve teliflerinde kendine bir "Kutbu’l-ârifîn" ve bir "Gavsu’l-vâsılîn" süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gayesini benimsemiştir. Mesela, ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve âteşîn hitabelerinin ilk ve yegâne muhatabı, öz nefsidir. Oradan, merkezden muhite yayılırcasına, bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır. Üstad, hususî hayatında gayet halim-selim ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için âzamî fedakârlıklar gösterir."
İşte ahir zamanda bir tevâzu sembolü Bediüzzaman’dan tevâzu ile alakalı birkaç inci:
"Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevâzudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbinliktedir." (18.Söz)
"İnsanda büyüklüğün mikyası küçüklüktür, yani tevazudur. Küçüklüğün mizanı büyüklüktür, yani tekebbürdür." (Hakikat Çekirdekleri)
"Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır." (22. Lem’a)
"Hem, meselâ, gurur ve kibirde öyle ağır bir yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister; ve istemek sebebiyle istiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda ve terk-i enâniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır. " ( 28 . L em ‘ a )
"En ekrem, en müttakîdir. Ve en müttakî, en mütevâzidir." (Hutbe-i Şamiye)
Netice-i Kelâm
Kur’an, her bir müntesibine ”Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen ne yeri yarabilir ne dağlarla ululuk yarışına girebilirsin" misillü beyanlarla mütevâzi olmalarını, kibirden, gururdan uzak durmalarını, adeta kendilerini nefyederek kendi içlerinde kendilerini yenmeyi ve sadece Vâcibü’l-Vücûd Rabbi isbat etmelerini emrediyor. Zaten önce nefiy sonra isbat geliyor. ‘İllâ’nın öncesi ve sonrası. Allah Rasûlü her söz ve her tavrıyla bize hep alçakgönüllü olmamızı işaret buyuruyor. Ve biz Hazreti Âdem’den bu tarafa insanlık tarihine şöyle bir göz attığımızda görüyoruz ki, Cenab-ı Allah böbürlenip çalım satanları, başkalarına tepeden bakanları iflah etmemiş, onların hayatları da hep acı bir âkıbetle son bulmuştur. Çünkü O Âlemlerin Rabbi bir kudsî hadiste şöyle buyurur: " Kibriya, benim ridâm, azamet ise benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda münakaşaya kalkışırsa onu (başaşağı getirir) cehenneme atarım.”
Onun için inanan insanlara yani bizlere düşen, müslümanlığın esasının tevâzu, mahviyet, hacalet ve büyüklerimizin ifadesiyle kendini sıfırlama olduğunu bilmek, kendine bir racül-ü fâcir ve memerr nazarıyla bakmak ve içinde mağmalar köpüren fakat dışarıya bir şey hissettirmeyen bir toprak gibi her zaman gül yetiştirmeye âmade bulunmaktır.
Varlığımızı ve varlığımızın devamını borçlu olduğumuz.. her nefeste iki defa muhtaç bulunduğumuz Yüce Yaratıcı’nın, bizleri ayakları yere basan kullar olarak yaratması O’na (celle celâlühû) karşı; başta Peygamberler Serveri ve O’nun (sallAllahü aleyhi vesellem) peygamber kardeşleri, sonra da bütün sâlih kullar olmak üzere hepsine karşı medyûniyetimiz, onların manevî huzurlarında; insan olma ve imanla müşerref bulunma müşterekinde birleşiyor olmamız kardeşlerimize karşı her zaman alçakgönüllü davranmak için yeterli sebepler değil mi acaba! Ne dersiniz?
Evet, yükselmek ve yücelmek isteyenler su ve güneş gibi mütevazi olmalı, benliklerini yerden yere vurmalıdırlar. İsterseniz, Allah dostlarından Ebû Süleyman Dârânî’ye âit bir cümleyle kapatalım bu faslı. Hazret diyor ki: " İnsanların hepsi beni alçaltmak için bir araya gelseler, yine de benim kendimi alçalttığım kadar alçaltamazlar." Bir kul için ne şeref, ne pâye!…
Furkan S. Yılmaz
tevazu anlamı, tevazu ne demek, tevazunun anlamı