Kuranı Kerim arapça olması yönüyle mahluk mudur
Kayıtsız Üye
Kur’an-ı Kerim Arapça olması yönüyle mahluk mudur?
Cevap: Kuranı Kerim arapça olması yönüyle mahluk mudur
Darusselam
Kur’an-ı Kerim Arapça olması yönüyle mahluk mudur?
Kur’an’a iki ayrı yönden bakmak gerekir.
a. Kur’anın maddi ve mahluk olan yönü ki, şu anda elimizde mevcut olan Kur’anların kağıdı, mürekkebi, kabı, sesi, mahreci ve kılıfı gibi gözle görülüp, kulakla işitilen ve elle tutulan şeylerdir.
b. Kur’an’ın manevi ve İlahi bir sıfat olan Kelam ile ilgili olan yönü. Bu yönüyle Kur’an mahluk değildir. Çünkü madem Allah mahluk değil ve ezelidir; elbette sıfatları dahi mahluk değildir. Sıfatlarından biri de kelam sıfatıdır. Ve Kur’an’a biz Kelamullah demekteyiz. Kelamullah, yani Allah’ın kelamı bir sıfat-ı ilahidir, bu yönüyle Kur’an mahluk değildir. Bir sıfat-ı ilahidir ve Allah’ın bizden isteklerini anlamak için tecelli etmiş bir tenezzülat-ı ilahiyedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in mahlûk (yaratılmış) olup olmadığı üzerinde birçok söz söylenmiştir. Bu meselenin ortaya atılışında Emevî hanedanının maiyetinde bulunan Hristiyanların rolü büyük olmuştur. Bunların başında, Yuhanna ed-Dımaşki gelir. Bu şahıs, İslam alemindeki Hıristiyan alimleri arasında Müslümanları dinlerinde şüpheye düşürecek münazara usullerini yayıyordu. Mesela, Kur’an’da bildirildiğine göre, İsa Allah’ın kelimesidir, Allah’ın kelimesi kadim midir, değil midir, diye sorular soruyordu. Müslümanlar, hayır diye cevap verirlerse, Onun Kelamı olan Kur’an da mahluk demiş oluyorlardı. Allah’ın kelimesi kadimdir derlerse, İsa’nın da kadim olduğunu idda ediyorlardı.
Bunun üzerine Müslümanlardan; "Kur’ân mahlûktur" diyerek onların hilesini reddetmek isteyenler olmuştur. Meselâ, Ca’d b. Dirhem, Cehm b. Safvân ve Mu’tezililer; Kur’ân mahlûktur, demişler, Halife Me’mun da bu görüşü benimsemiştir.
212 H. yılında adı geçen Halîfe, Kur’ân’ın mahlûk olduğu görüşünü hak mezheb olarak ilân etmiştir. Bu maksatla münazara meclisleri tertiplemiş ve bu konuda kesin delil olarak kabul ettiği şeyleri ortaya atmıştır. Fakat, bu konuda münakaşayı serbest bırakmış ve insanların düşüncelerinde hür olduklarını söylemiştir.
Lâkin 218 H. yılında -kendisi bu yılda ölmüştür- bu fikri insanlara zorla kabul ettirmeye karar vermiştir. Bu maksatla bir kısım mektuplar yazarak halkı, Kur’an’ın mahlûk olduğu görüşünü benimsemeye teşvik etmiştir. Birinci mektubunda şöye demektedir: "Onlara (kadılara) bildir ki, Kur’an yaratılmıştır, sonradan meydana gelmiştir, diye ikrar edip bu görüşü kabul etmeyenlerin şahitliğini dinlemesinler."
Fakat iş, böyle menfî bir vaziyet alışla kalmamış, tersine, bâzı insanları sıkı imtihanlar geçirmeye sebep olacak kadar ileri gitmiştir. Bu insanlara, Kur’ân hakkındaki görüşleri soruluyor, Hâlifenin ileri sürdüğü görüşü kabul etmezlerse, elleri kolları bağlanıp Emîru’l-Mü’minîn’in ordugâhına sevkediliyorlardı. Çünkü o mektupta fakih ve muhaddislerin imtihan edilmesi de emrediliyordu. Onlardan bu görüşü kabul etmiyenler, prangaya vurularak Halîfenin yanına gönderilecek ve bu görüşü benimseyenler de, fetva vermeye ve hadîs rivayetine devam edeceklerdi.
Bağdad’ta Halîfenin vekili kendisine verilen emri yerine getirmek için derhal harekete geçti. Fakih ve muhaddisleri çağırttı. Aralarında Ahmed b, Hanbel de vardı. Onlara, istenileni yerine getirmezlerse işkence ve ceza göreceklerini ve hiçbir tereddüt gösterilmeksizin Me’mun’un arzusuna göre muhakeme edileceklerini söyleyerek, tehditler savurdu. Fakîh ve muhaddisler istenileni yerine getirdiler ve Kur’ân hakkında bu mezhebi benimsediklerini ilân ettiler. Ancak dört kişinin kalbini Allah bundan korudu. Onlar cesaret ve ısrarla inançlarından fedakârlık etmediler. Bunlar Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Nuh, el-Kavârîrî ve Seccâde’dir. Bunlar yakalanıp elleri kelepçelendi, ayaklarına zincir bağlandı. Ertesi gün olunca Seccade, Halîfenin vekili İshak’ın emrini kabul etti ve bağları çözülerek serbest bırakıldı. Diğer üçü inançlarında direndiler. Öbürgün olunca aynı soru tekrar edildi ve cevap istendi. el-Kavâvîrî’nin tahammülü bitmişti. İstenilen cevabı verdi ve bağları çözülerek o da serbest bırakıldı. Geriye iki kişi kalmıştı. Allah onlarla beraberdi. Bunlar, zincirlerle bağlı olarak Tarsus’taki el-Me’mûn’un huzuruna gönderildi. Yolda Muhammed b. Nuh şehid oldu. Ahmed b. Hanbel, tek başına inancı uğruna işkence ve zulme göğüs geriyordu. Fakat halinden memnundu. Ahmed b. Hanbel yolda iken Me’mun’un ölüm haberi geldi. Fakat Halîfe, dünyadan ayrılırken kendisinden sonrakilere bir vasiyetname bırakmış ve bunda fakihlerle muhaddislere, Kur’ân’m mahlûk olduğunu söyleyinceye kadar işkenceye devam edilmesini vasiyet etmiştir.
İşte bu yüzden Ahmed b. Hanbel ve inançlarından ayrılmayan diğer fakîh ve muhaddislerin uğradığı mihnet uzayıp gitti. Bu mihnet Me’mun’un 218 H. yılında ölümüyle sona ermedi, daha da yaygın bir hal aldı ve ıstırap arttı, daha çetin ve daha şiddetli devrelere girdi. Me’mun’un vasiyetleri arasında, insanların şiddet ve baskıyla Kur’ân’ın mahlûk oluşunu kabule zorlanmaları ve Ahmed b. Ebi Düâd’ın (öl. 240 H.) görevinde kalması yer alıyordu. İşte bu belânın başı o idi. İşkence etmek için Halîfeyi o kışkırtıyordu. Hattâ Halifenin mektuplarını o kaleme alıyordu. Ölüm hastalığında iken Me’mun’un iradesine hâkim olan o idi. Nihayet Halîfe onun tesiriyle bu emirleri vermiş ve bu vasiyetlerde bulunmuştur.
Âhmed b. Hanbel, zircirlerle bağlı olarak kendisine getirilirken Me’mun ölmüştü. Ölüm haberi ilân edilince Ahmed b. Hanbel Bağdad’a geri getirildi. Hakkında yeni bir emir çıkıncaya kadar zindanda kaldı. Sonra Halîfe Mu’tasım (öl. 227 H)’ın huzuruna çıkarıldı. Ürkütülüp korkutulmak için her türlü yola başvuruldu. Fakat hiçbirisi fayda vermedi. Ahmed b. Hanbel’in hiçbir şeye aldırmadan inancında sebat etmesi üzerine tehditler gerçekleştirildi. Onu nöbet nöbet kırbaçlamaya başladılar. Her defasında bayılmadıkça bırakmıyorlardı. Öyle ki kılıçla dürtüldüğü zaman bile bir şey hissetmiyordu. Bu ameliye, fasılalarla tekrarlanıyordu. Yirmi sekiz ay kadar zindanda bu işkence devam etti. Ümitleri kesilince onu serbest bırakarak evine iade ettiler. Fakat İmam Ahmed b. Hanbel, zindanda uzun bir zaman kalışı, çok şiddetli bir şekilde durmadan dövülüşü ve vücudundaki yaralar sebebiyle yürüyecek bir halde değildi. Lâkin O, yine de muzafferdi.
Ahmed b. Hanbel, yaraları iyi olup mescide gelme imkânına kavuşuncaya kadar ders ve hadîs okutmaktan mahrum kaldı. İyileşince fetva ve hadîs derslerine başladı. Uğradığı mihnet, insanların onu daha çok takdirine sebep oldu. Onu dinlemek için daha çok rağbet ettiler ve onun derslerine koştular. Mu’tasım’dan sonra el-Vâsık (öl. 232 H.) halîfe oldu. İşkence vasiyetnamesi yürürlükte idi. Bu sebepten Âhmed b. Hanbel’e tekrar mihnet çektirmeye başladılar. Fakat bu sefer, Ahmed b. Hanbel’in Mu’tasım devrinde olduğu gibi kırbaçla dövülmesi emredilmedi. Çünkü bu, halk nazarında onun mevkiini çok yükseltiyor ve Halîfenin fikrinin yayılmasına engel oluyordu. Fikirler, baskı ve zorla yayılmaz. Ahmed b. Hanbel’in karşılaştığı yeni mihnet, onu insanlarla düşüp kalkmaktan, hadîs rivayet etmekten ve fetva vermekten alıkoymaktı. el-Vâsık, ona şöyle demiştir:
«Senin yanına hiçbir kimse gelmeyecek ve sen benim bulunduğum hiçbir yerde oturmayacaksın!»
el-Mütevekkil (öl. 247 H.) halîfe olunca bu mihneti kaldırmış, fakîh ve muhaddislere yakınlık göstermiş, Mu’tezilîleri de saraydan uzaklaştarak ellerindeki imkânları almıştır.
Tarihin hakkını yerine getirmek için söylemeliyiz ki, fitne (mihnet) umumî idi. Ahmed b. Hanbel’e mahsus değildi. Diğer fakîh ve muhaddislere de şâmildi. Bunlar arasında İmam Şafii’nin talebesi el-Buvaytî de vardı. O da bu uğurda zindana atılmıştı.
Burada şöyle bir soru hatıra gelebilir.- Bu büyük mü’min için, görünüşte onların re’yine muvafakat ederek ve doğru bildiği şeyi kendi içinde gizleyerek, hem nefsini işkenceden kurtarmak, hem de fetva ve hadis rivayetini aksatmamak daha iyi olmaz mı idi?
Buna şöyle cevap verilebilir: İslâmî hükümlerin tatbik edildiği bir İslâm diyarında takiyye (inancını korktuğu için gizleme), emri bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’I-münker esasına aykırı düşer. Ahmed b. Hanbel gibi hadîs ve fetvada büyük bir mevki işgal eden kimse için susmak caiz değildir, iyiliği emr ve kötülüğü nehyetmek, onun vazifesidir. İsterse bu uğurda O, en ağır işkenceye uğrasın, görüşünde ısrar etmesi gerekir. Müslümanların iktidâ ettiği imamlar için takiyye caiz değildir. Çünkü bu, insanların sapıtmasına sebep olur. Öte yandan imamlar, inançlarına muhalif olan şeyleri söylerse halk tabiatıyla onların kalblerinin içini bilmemektedir onlara uyar, söylediklerini hakikat sanır ve böylece fesat umumileşmiş olur. Kanaatimizce bu yüzden İmam Ahmed b. Hanbel’in işkenceye sabretmesi daha iyi olmuştur.
Kur’ân’ın Yaratılmış Olup Olmaması Hakkında Ahmed b. Hanbel ve Diğerlerinin Görüşleri
Bu mihnet hikâyesini burada bırakıp Ahmed b. Hanbel’in görüşüyle Mu’tezilîlerin görüşlerinin hakîki mahiyetini anlatmamız daha iyi olacaktır.
Mu’tezilîler, Kur’ân’ın yaratılmış olduğunu söylüyorlardı; onlara göre, Kur’ân’ın yaratılmış olması, onun Allah kelâmı ve Peygamber’in mu’cizesi oluşuna engel teşkil etmez. Çünkü onu yaratan ve Peygamber’e vahiy suretiyle gönderen Allah’dır. O, Kur’ân’ı Peygamber’ine parça parça 23 senede, beşer kudretinin üstünde bir kitap olarak göndermiştir. Bütün insanlık birleşerek bu kitabın bir benzerini yapmak isteseler, bunu gerçekleştiremezler.
Mu’tezilîlerin Kur’ân’ın yaratılmış olduğuna dair ileri sürdükleri deliller şu üç esasa dayanır:
1. Allah’dan başka her şey mahlûktur. Sonradan yaratılmıştır. Şüphesiz Kur’an da, Allah’dan başka bir şey olduğuna göre, o da ancak mahlûk olabilir.
2. Kur’ân, insanlar tarafından okunan (telâffuz edilen) harf ve kelimelerden meydana gelmiştir. Bu harf ve kelimeler olmaksızın Kur’ân var olamaz. Bu da, onun ancak yaratılmış olduğunu gösterir. Çünkü hem okunurken, hem de yazılırken yaratılmış olan harf ve kelimelere dayanmaktadır.
3. Kur’ân’ın mahlûk olmadığı farzedilince kadim olması gerekir. Çünkü yaratılmamış bir şeyin başlangıcı yoktur. Başlangıcı olmayan bir şey de, ancak kadîm olabilir. Kur’ân’ın kadîm olduğu kabul edilirse kadîm olan varlıklar birkaç tane olur. Bu da Hristiyanların Hz. İsâ (as) hakkında ileri sürdükleri görüşe benzer.
İşte bu konuda Mu’tezilîlerin görüşleri bundan ibarettir. Öyleyse bu konuda Ahmed b. Hanbel’in görüşü nedir?
Allah Kur’ân’da: «Eğer müşriklerden birisi senden eman dilerse ona eman ver, tâ ki Allah’ın kelâmını dinlesin.» ve «Bilesiniz ki yaratma (halk) da, emir de O’na mahsustur.» buyurmuş ve emrin de, yaratmanın da kendisine ait bulunduğunu, emrin yaratmadan başka bir şey olduğunu haber vermiştir!..
Ahmed b. Hanbel’in Halife Mütevekkile yazdığı mektupta yer alan ifadelere göre Ahmed b. Hanbel, yaratma ile emir arasında bir fark bulunduğunu, Kur’ân’ın Allah’ın emrinden, kelâm ve ilminden olduğunu, yaratmasından olmadığını göstermektedir. Buna göre Ahmed b. Hanbel, Kur’ân’ı mahlûk saymamaktadır.
Yine söz konusu mektupta şöyle denilmektedir: «Geçmiş(selef)lerimizin birçoğundan rivayet edildiğine göre onlar; "Kur’ân Allah kelâmıdır; mahlûk değildir." demişlerdir. Ben bu görüşe uyuyorum, kendimden bir şey söylemiyorum. Bu konuda konuşmayı lüzumsuz görüyorum. Ancak Allah’ın Kitabında, Peygamber (asv)’in hadîsinde, sahâbî ve tabiîlerden nakledilen haberlerde ne varsa ben onları anlatıyorum. Bunların dışındaki meseleler üzerinde konuşmak hoş kaçmaz.»
Ahmed b. Hanbel, bu mektubu mihnetten kurtulup huzura kavuştuktan sonra yazmıştır. Bu mektuptaki açık ifadeye göre Âhmed b. Hanbel, şüphesiz ki Kur’ân’ın yaratılmış olmadığını benimseyenlerin görüşlerinin doğru olduğunu söylemektedir.
Ahnıed b. Hanbel’e ait.olduğu rivayet edilen bu iki görüşü birleştirmek için şu iki hakikati açıklamamız gerekir:
Ahmed b. Hanbel, hayatının sonuna doğru yukarıdaki görüşe sahip olmakla beraber bu mevzuda münakaşa yapılmasını menederdi. el-Me’mun’a gönderdiği bir mektubunun başında Peygamber (asv)’den ve sahâbîlerden birçok rivayetleri zikrettikten sonra, Peygamber (asv)’in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
«Kur’ân üzerinde münakaşalara girmeyiniz. Çünkü bu konuda münakaşa etmek küfürdür.»
Yine Ahmed b. Hanbel, bu mektubunda İbni Abbas’ın Kur’ân üzerinde münakaşa etmekten çekindiğini ve kendisine Emîru’l-Mü’minîn (Hz. Ömer) bunun sebebini sorduğunda şöyle cevap verdiğini rivayet eder: Ey Emîr’ul-Mü’minîn, insanlar ne zaman bu konuda münakaşaya girişirlerse herkes kendisinin haklı olduğunu iddia eder, herkes kendisinin haklı olduğunu iddia edince birbiriyle çekişmeye başlar, birbiriyle çekişmeye başlayınca ihtilâfa düşer, ihtilâfa düşünce de kavgaya tutuşurlar.» Halîfe Ömer (R.A.) de; «Babana rahmet, vAllahi ben de bunu insanlardan gizliyordum, nihayet onu sen getirdin (söyledin).» dedi.
Kur’ân kadîm midir, değil midir? Bu soruya cevap verebilmek için Kur’ân’ın iki yönü üzerinde duracağız:
1. Kur’ân’ın mânâları: Bunlar, Allah’ın ezelî ilmine taallûk etmektedir. Yani Allah’ı» ilmine dahildir. Allah’ın ilmi de kadimdir.
2. Kur’an’in lâfız ve harfleri: Bunları Allah, Peygamber’ine Rûhu’l-Emîn olan Cebrail vasıtasıyla vahyetmiştir. Cebrail (as), bunları Hz. Peygamber (asv)’e okumuş, Hz. Peygamber (asv) de sahâbîlere okuyarak öğretmiştir. Sahâbîler de, aynı şekilde onu tabiîlere öğretmiştir. Boylece Kur’ân tevatür yoluyla okunup öğretilmiştir. İşte bize göre Kur’ân, bu yönüyle mahlûktur.
Böyle bir anlayış. Kur’ân’ın Allah katından gönderilişine ve Peygamber (asv)’in bir mu’cizesi oluşuna aykırı düşmez. Kur’ân, Peygamber (asv)’in öyle bir mu’cizesidir ki, bütün müşriklere meydan okumuş; eğer Kur’ân, uydurma bir şeyse kendilerinin de onun bir mislini veya on sûresini, yahut da bir tek sûresini getirmelerini söylemiştir. Fakat müşrikler, bundan âciz kalmışlardır.
(İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/383-387)
Cevap: Kuranı Kerim arapça olması yönüyle mahluk mudur
melle
Kur’an orjinali mahluk değildir,, mahluktur diyen dinden çıkar