Necm Suresi nedir? Necm süresi hakkında ansiklopedik bilgi
Şema
NECM SURESİ İLE İLGİLİ GENİŞ BİLGİ
Kur’an-ı Kerim’in elli üçüncü suresi. Altmış iki ayet, üç yüz altmış kelime ve bin dört yüz beş harften ibarettir. Fâsılası "elif", "nun", "vav", "te" ve "ya" harfleridir. Mekkî surelerden olup, İhlâs suresinden sonra nâzil olmuştur. Otuz ikinci ayeti Medenîdir. Adını ilk ayetinde geçen "necm" kelimesinden almıştır. Ancak bu kelimenin surenin muhtevası ile doğrudan bir ilgisi yoktur.
İçinde secde ayeti bulunan ve Mekke’de Resulullah (s.a.s)’ın açıkça her kese karşı okuduğu ilk suredir. Buhârî’nin İbn Abbas (r.a)’dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: "Peygamber (s.a.s), Necm sûresini okudu ve sonra secde etti. Onunla birlikte müslümanlar, müşrikler ve cinler, hepsi birden secde ettiler. Sadece Umeyye bin Halef secde etmekten kaçındı ve yerden bir avuç toprak alıp alnına sürerek şöyle deki: "Bana bu yeter" (el-Kurtubî, el-Cami’ Li Ahkâmil-Kur’an, Beyrut 1966, XVII, 81).
Habeşistan’a hicret eden müminler bu hadiseyi duydukları zaman, Mekke’deki müşriklerin topluca iman ettiklerini zannetmişler ve bazıları Mekke’ye geri dönmeye karar vermişti. Mekke’ye bir saatlik bir mesafeye geldiklerinde Kinâne kabilesinden birisi ile karşılaştılar ve Mekke’deki olayı sordular. Meselenin hiç de kendilerinin haber aldıkları gibi olmadığını ve müslümanlara işkencenin devam ettiğini öğrendiler. Bunun üzerine Habeşistan’a birincisinden daha kalabalık bir ikinci hicret yapıldı (İbn Sa’d, et-Tabakâtül-Kübra, Beyrut ty, I, 205-207).
Bu rivayetlerden surenin risaletin beşinci yılında nazil olduğu anlaşılmaktadır.
Sure, müşriklerin Peygamber (s.a.s)’e yönelttikleri itirazlarının asılsız olduğunu, onun bir peygamber, okuduklarının ise Cibrîl vasıtası ile indirilmiş Allah kelâmı olduğunu ve Allah’dan başka tapılanların anlamsızlık ve güçsüzlüklerini ulvî bir ahenkle sıralanmış ayetlerle ortaya koyuyor. Allah Teâlâ, Kur’an’a "insan sözüdür" diyenlere sadece ayetlerin manaları ile değil, o eşsiz uslübuyla da cevaplar vermiştir. Kur’an’a "insan sözüdür" diyenler onun ilâhî yapısı karşısında acze düşmüşler, iddialarını ispata çağrıldıkları halde buna cesaret bile edememişlerdi: "Kulumuz Muhammed’e indirdiğimizden şüphede iseniz, onun benzeri bir sure meydana getirin. Eğer iddianızda samimi iseniz, Allah dan başka şahitlerinizi de çağırınız" (el-Bakara, 2/23).
Hz. Muhammed (s.a.s), müşriklerin iddia ettiği gibi ne kötü bir yola sapmış ve ne de hakkı çiğneyerek azanlardan olmuştur: Arkadaşınız (Muhammed) ne doğru yoldan sapmış, ne de azmıştır" (2). O, sadece Rabbinin kendisine vahyettiğini insanlara bildirmektedir. Söylediklerinden hiçbirisini kendi arzu ve hevasından söylememiştir: "O, kendiliğinden konuşmaz" (3). Bu ayet, sadece Kur’an ayetlerinin değil, Resulullah (s.a.s)’in kendi söz, fiil ve davranışlarının da Allah Teâlâ’nın yönlendirmesi ve kontrolü dahilinde cereyan ettiğini ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki, İslâm hukukçuları, Sünneti teşriin ikinci kaynağı olarak kabul etmişlerdir. Peygamberin söylediği her söz, yaptığı her iş ve onayladığı her davranış, müslümanlar için örnek alınıp, uyulması gereken kuralları ihtiva eden, teşriin kaynaklarından birer kaynaktırlar. Bu, bir sonraki ayette daha açık bir şekilde dile getirilmektedir: "Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir" (4). Yani Allah Teâlâ, kusursuz bir örnek olsun diye, Kur’anı ona vahyetmiş ve pratik hayata uygulanışını, onun yaşantısı ile bütün insanlığa göstermiştir. İnanan insanlar, İslâm’ı Resulullah (s.a.s)’ın yaşadığını örnek alarak hayatlarına tatbik etmek zorundadırlar.
Bunun peşinden, vahyi Peygamber (s.a.s)’e getiren Cebrâil (a.s)’dan ve müşriklerin onun hakkında yaptığı tartışmalardan bahsediliyor. Cebrail (a.s)’ın her yönüyle mükemmel bir varlık olduğu, vahyi Peygamber’e getirirken görevini eksiksiz olarak yerine getirdiği haber verilmekte ve onun Resulullah (s.a.s)’a aslî suretinde bir kaç defa göründüğünden söz edilmektedir: "Andolsun, onu diğer bir defa daha gördü" (13).
Resulullah (s.a.s), Mirac’a çıktığı zaman Allah Teâlâ, büyük ayetlerinden bir kısmını göstermiş, onu ilâhî azamet hakkında bilgilendirmişti: "Şüphesiz Muhammed orada Rabbinin, delillerinden en büyüğünü gördü" (18). Allah’ın büyüklüğü, varlığın üzerindeki tahakkümü ve her şeyin O’nun emrine boyun eğişi çeşitli şekillerde tebliğ edildikten sonra, halâ iman etmeyip, hiçbir anlamı olmayan ve kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan müşriklere hayret ifade eden bir uslûbla şöyle soruluyor: "Şimdi siz ilâh olarak Lât’ı, Uzzâ’ yı ve diğer üçüncüleri olan Menât’ı mı görüyorsunuz?" (19-20).
Mekkeli müşrikler tapındıkları bu dişi ilâheleri Allah’ın kızları olarak görüyorlardı. Allah Teâlâ, onların bu akıl dışı ve hiçbir mantık ölçüsüne sığdırılması mümkün olmayan inançlarını tenkid ederek, ne kadar büyük bir açmazın içerisinde bulunduklarını gözler önüne sermektedir: "Erkekler sizin de, kızlar Allah’ın mı? Öyleyse bu insafsızca bir taksimdir" (21-22). Yani siz bu ilâheleri Allah’ın kızları olarak kabul ediyorsunuz. Bu ne kadar saçma ve anlamsızdır ki, kendiniz için kız çocuğu edinmeyi bir zül telakki ederken, utanmadan onları Allah’a nisbet edebiliyorsunuz.
Müşrikler, tapındıkları putları, Allah’a karşı kendilerine birer şefaatçi olarak telakki ediyor, zor zamanlarında onların korumasına sığınıyorlardı. Bir dertleri olduğu zaman, bugün de bazı putperest topluluklarda örnekleri görülen tarzda gidip onlara şikayetçi oluyorlardı. Halbuki bu putlar, hiç bir anlamı olmayan ve kimseye ne fayda ne de zarar veremeyecek olan, kendi elleriyle yaptıkları cansız varlıklardı. Onlar, ellerinde hiç bir delilleri olmadığı halde, atalarından işitip gördükleri minval üzere, yaptıklarını hiç bir tenkide tabi tutmadan aynıyla devam ettiriyorlardı: "Taptığınız bu putlar sizin ve atalarınızın uydurduğu boş isimlerden başka bir şey değildir. Allah onların hak olduğu hususunda hiç bir delil indirmemiştir" (23).
Bu şekilde putlar edinip onlara saygı göstererek tapınma olayının bu günkü "ilkel toplum" anlayışıyla izah edilecek bir tarafı yoktur. Çünkü günümüzde, kendilerinin çağdaş ve yüksek kültür seviyesinde olduklarını iddia eden bir takım topluluklar, halâ o eski çağların ilkel anlayışlarının devamı niteliğinde olan bir tarzda, kendi düşünceleriyle üretip ilahlaştırdıkları bir takım tağutların, heykellerini dikerek, şikayet, istek ve arzularını gidip onlara arı edebiliyor ve onlardan medet umabiliyorlar. İcra edilen tapınma olayı incelendiğinde bugün yapılanla yüzlerce yıl önce icra edilen tapınmanın mahiyet itibarıyla birbirinden hiç de farklı olmadığı görülecektir. Bu da, cahiliyye anlayışının geleneksel olduğunu, görüntü itibariyle farklı gibi görünse bile, binlerce yıl öncesinin yöntemlerinin aynıyla kullanıldığını göstermektedir.
Bu varlıklardan, yardım ve şefâat dilemenin hiçbir mantıkî dayanağı yoktur. Çünkü, Allah Teâlâ’nın dilemesi olmadan, hiç bir şeyin bir başkasına faydası ve zararı dokunamaz. Allah’ın nezih kulları olan melekler bile O’nun izni olmadan hiç kimseye bir yardım edemezken, Allah’a şirk koşulan cansız şeyler; nasıl bir fayda sağlayabilir?
Bu gerçekler ifade edildikten sonra; inkârcıların inkar ettikleri şey hakkındaki bilgisizliklerinden bahsedilerek, onların Allah tarafından mutlaka cezalandırılacakları gerçeği zikredilir.
İman edip iyilikte bulunanlar ise, en güzel şekilde mükafatlandırılacaklardır. Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan şiddetle kaçınırlar. Küçük günahları ise Allah tarafından bağışlanacaktır. Bütün bunlar, inkarcıların veya başkalarının istek ve arzuları doğrultusunda gerçekleşecek değildir. Bu kararı, her şeyi hakkıyla bilen Allah Teâlâ verecektir. Bu hususu Allah Teâlâ şöyle ifade etmektedir: "O iyi amellerde bulunanlar küçük kusurları hariç, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçınırlar. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması bol olandır. Kimin takva üzere olduğunu da O çok iyi bilir" (32).
Bunun peşinden, Hz. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)’a verilen sahifelerde açıklanmış olan dinin temel prensipleri zikredilir: "Kimse kimsenin günahını yüklenmez. İnsan için çalıştığının karşılığından başka bir şey yoktur. İnsan yaptığı amelinin karşılığını mutlaka görür" (38-40).
Bu ayetler, çok büyük gerçekleri ihtiva etmektedir: Her insan, işlediği kötü amel işin yalnızca kendisi ceza görür. Yani suçların şahsiliği prensibi getirilmiştir. Hiç kimse, başkasının işlediği bir suçtan dolayı sorgulanamaz.
Ayrıca insan, mükâfat ve ceza olarak, yalnızca kendi işlemiş olduğu şeylerin karşılığını bulacaktır. Yani göreceği cezalandırma, yaptığı şeylerin karşılığı olacaktır. Mükâfatlandırma için de aynı prensibe göre karşılık görecektir (Bu ayetlerin getirdiği hükümlerle ilgili olarak daha fazla bilgi için bk. el-Kurtubî, a.g.e., XVII, 113115).
Daha sonra, Allah Teâlâ’nın mevcudatta cereyan eden bütün hareketlerin haliki olduğu vurgulanmaktadır.
İnsan bütün varlığıyla Allah Teâlâ’ya bağımlıdır. Yaptığı her hareketin ve yaşadığı her duygunun tek müsebbibi O’dur: "Şüphesiz ki, güldüren de ağlatan da O’dur. Öldüren de, dirilten de O’dur…" (43-44).
İnsanlar, Âd’ın, Semud’un ve onlardan önceki Nuh kavminin helâklerine dair haberleri değişik şekillerde yorumlayabilirler. Bu günkü materyalist kafaların iddia ettikleri gibi tabii afet diye nitelendirebilirler. Ama, Allah Teâlâ, bu helâkleri onların küfürlerinde diretmeleri sonucu başlarına getirdiğini mutlak şekilde beyan ediyor: Âd ve Semud kavimlerinden önce Nuh kavmini helâk eden de O’dur. Onlar daha zâlim ve daha azgın idiler. Lût kavminin altı üstüne gelen memleketini yere gömen de O’dur" (52-53). Bu zalim toplulukların takip ettiği yolu izleyenler de onlar gibi yok edilecek ve ilâhî cezalandırma ile karşılaşacaklardır: "Onları o kuşatan azap kuşatmıştı" (54).
Surenin sonuna doğru, Hz. Muhammed’in evvelki peygamberler gibi yaklaşan kıyamet ve cehennem azabıyla uyaran bir uyarıcı olduğu tekrar vurgulanarak, kıyamet anının yaklaştığı ve onun ne zaman vaki olacağının Allah Teâlâ’dan başka hiç kimse tarafından bilinemezliği gerçeği ortaya konuluyor:" Bu peygamber de önceki uyarıcılardan biridir. Kıyamet yaklaştı. Kıyameti Allah’dan başka kimse açığa çıkaramaz" (56-58).
Kâfirlerin bu haberler karşısında takındıkları tavırları, tehdit ifade eden bir uslubla dile getirilmektedir: "Siz, bu söze şaşıyor musunuz? Gülüyor da ağlamıyor musunuz? Gaflet içinde oyalanıyorsunuz" (59-61).
Sure, Allah’a secde edilip, kulluğun sadece O’na tahsis edilmesini emreden ayetle son buluyor:"Artık Allah’a secde edin ve sadece O’na kulluk yapın" (62).
Resulullah (s.a.s) bu sureyi okuyup, son ayetini tilavet ettikten sonra secdeye kapanmış ve oradaki müşrikler de dahil herkes birlikte secdeye kapanmıştı. Bazı İslâm düşmanları bu olay üzerine bir takım uydurma rivayetlere dayanarak, vahyin gelişindeki güvenirlilik hakkında şüphe uyandırmaya çalışmışlardır (Garanik adıyla zikredilen bu olay için bk. Garanik mad.).
Ömer TELLİOĞLU
Cevap: Necm Sûresi
Hoca
Bismillāhirahmānirahīm
Rahmân Rahîm Allah ismiyle/ adına.
1
وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى
Ven necmi iza heva
Battığı zaman yıldıza andolsun ki,
2
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى
Ma dalle sahıbukum ve ma ğava
arkadaşınız (Muhammed haktan) sapmadı ve azmadı.
3
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى
Ve ma yentıku anil heva
O, nefis arzusu ile konuşmaz.
4
إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
İn huve illa vahyuy yuha
(Size okuduğu) Kur’an ancak kendisine bildirilen bir vahiydir
5
عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى
Allemehu şedidul kuva
(Kur’an’ı) ona, üstün güçlere sahip,
6
ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى
Zu mirrah festeva
muhteşem görünümlü (Cebrail) öğretti.
7
وَهُوَ بِالْأُفُقِ الْأَعْلَى
Ve huve bil ufukıl a’la
O, en yüksek ufukta bulunuyorken (aslî sûretine girip) doğruldu
8
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
Summe dena fe tedella
Sonra (ona) yaklaştı derken sarkıp daha da yakın oldu
9
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
Fe kane kabe kavseyni ev edna
(Peygambere olan mesafesi) iki yay aralığı kadar, yahut daha az oldu.
10
فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى
Fe evha ila abdihi ma evha
Böylece Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti.
11
مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى
Ma kezebel fuadu ma raa
Kalp, (gözün) gördüğünü yalanlamadı
12
أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى
Efe tumarunehu ala ma yera
(Şimdi siz) gördüğü şey hakkında onunla tartışıyor musunuz?
13
وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى
Ve le kad raahu nezleten uhra
Andolsun ki, o, Cebrail’i bir başka inişte daha (aslî suretiyle) görmüştü.
14
عِندَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى
Inde sidratil munteha
Sidretü’l Müntehâ’nın yanında
15
عِندَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى
Indeha cennetul me’va
Me’va cenneti onun (Sidre’nin) yanındadır
16
إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى
İz yağşes sidrate ma yağşa
O zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı.
17
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى
Ma zağal besaru ve ma tağa
Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aşmadı
18
لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى
Le kad raa min ayati rabbihil kubra
Andolsun, o, Rabbinin en büyük alametlerinden bir kısmını gördü.
19
أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى
E fe raeytumul late vel uzza
Lât ve Uzza’ya ve
20
وَمَنَاةَ الثَّالِثَةَ الْأُخْرَى
Ve menates salisetel uhra
diğer üçüncüsü Menat’a ne dersiniz?
21
أَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْأُنثَى
E lekumuz zekeru ve lehul unsa
Erkek size de, dişi O’na mı?
22
تِلْكَ إِذاً قِسْمَةٌ ضِيزَى
Tilke izen kısmetun dıyza
Öyle ise bu çok insafsızca bir paylaştırmadır.
23
إِنْ هِيَ إِلَّا أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا أَنتُمْ وَآبَاؤُكُم مَّا أَنزَلَ اللَّهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْأَنفُسُ وَلَقَدْ جَاءهُم مِّن رَّبِّهِمُ الْهُدَى
İn hiye illa esmaun semmeytumuh entum ve abaukum ma enzelellahu biha min sultan iy yettebiune illaz zane ve ma tehvel enfus ve le kad caehum mir rabbihimul huda
Onlar ancak sizin ve atalarınızın (ilah edindiğiniz şeylere) taktığınız isimlerdir. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar (putperestler)yalnız zanna ve nefislerin arzusuna tâbi oluyorlar. Andolsun ki, kendilerine, Rableri katından yol gösterici gelmiştir.
24
أَمْ لِلْإِنسَانِ مَا تَمَنَّى
Em lil insani ma temenna
Yoksa insan (kayıtsız şartsız), her temenni ettiği şeye sahip mi olacaktır?
25
فَلِلَّهِ الْآخِرَةُ وَالْأُولَى
Fe lillahil ahıratu ve ula
Oysa, Ahiret de dünya da Allah’ındır
26
وَكَم مِّن مَّلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئاً إِلَّا مِن بَعْدِ أَن يَأْذَنَ اللَّهُ لِمَن يَشَاءُ وَيَرْضَى
Ve kem mim melekin fis semavati la tuğni şefaatuhum şey’en illa mim ba’di ey ye’zenellahu li mey yeşau ve yerda
Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri; ancak Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar.
27
إِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ لَيُسَمُّونَ الْمَلَائِكَةَ تَسْمِيَةَ الْأُنثَى
İnnellezine la yu’minune bil ahırati le yusemmunel melaiket tesmiyetel unsa
Şüphesiz ahirete iman etmeyenler, meleklere dişi isimleri veriyorlar.
28
وَمَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئاً
Ve ma lehum bihi mim ılm iy yettebiune illez zann ve innez zanne la yuğni minel hakkı şey’a
Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zanna uyuyorlar. Şüphesiz zan, hakikat namına hiçbir şey ifade etmez.
29
فَأَعْرِضْ عَن مَّن تَوَلَّى عَن ذِكْرِنَا وَلَمْ يُرِدْ إِلَّا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
Fe a’rıd am men tevella an zikrina ve lem yurid illel hayated dunya
Öyle ise bizim zikrimizden (Kur’an’dan) yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden yüz çevir.
30
ذَلِكَ مَبْلَغُهُم مِّنَ الْعِلْمِ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدَى
Zalike mebleğuhum minel ılm inne rabbeke huve a’lemu bir men alle an sebilihi ve huve a’lemu bir menihteda
İşte onların ilimden ulaşabildikleri nokta! Şüphesiz senin Rabbin, yolundan sapanı daha iyi bilir. O, hidayete ereni de daha iyi bilir.
31
وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ لِيَجْزِيَ الَّذِينَ أَسَاؤُوا بِمَا عَمِلُوا وَيَجْزِيَ الَّذِينَ أَحْسَنُوا بِالْحُسْنَى
Ve lillahi ma fis semavati ve ma fil erdı li yecziyellezine esau bima amilu ve yecziyellezine ahsenu bil husna
Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. (Bu) kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, iyilik edenleri de daha güzeliyle mükafatlandırması için (böyle)dir.
32
الَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ إِلَّا اللَّمَمَ إِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ هُوَ أَعْلَمُ بِكُمْ إِذْ أَنشَأَكُم مِّنَ الْأَرْضِ وَإِذْ أَنتُمْ أَجِنَّةٌ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ فَلَا تُزَكُّوا أَنفُسَكُمْ هُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اتَّقَى
Ellezine yectenibune kebairal ismi vel fevahışe illel lemem inne rabbeke vasiul mağfirah huve a’lemu bir kum iz enşeekum minel erdı ve iz entum ecinnetun fi butuni ummehatikum fe la tuzekku enfusekum huve a’lemu bir menitteka
Onlar, ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve çirkin işlerden uzak duran kimselerdir. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması çok geniş olandır. Sizi, topraktan yarattığında da ve analarınızın karnında ceninler iken de, en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, Allah’a karşı gelmekten sakınanları en iyi bilendir.
33
أَفَرَأَيْتَ الَّذِي تَوَلَّى
E fe raeytellezi tevella
Şimdi yüz çevireni;
34
وَأَعْطَى قَلِيلاً وَأَكْدَى
Ve a’ta kalilev ve ekda
pek az verip de kaskatı cimrileşeni gördün mü?
35
أَعِندَهُ عِلْمُ الْغَيْبِ فَهُوَ يَرَى
Eındehu ılmul ğaybi fe huve yera
Gayb’ın ilmi kendi yanında da o gerçeği mi görüyor?
36
أَمْ لَمْ يُنَبَّأْ بِمَا فِي صُحُفِ مُوسَى
Em lem yunebbe’ bima fi suhufi musa
Yoksa, Mûsâ’nın ve Allah’ın emirlerini bütünüyle yerine getiren
37
وَإِبْرَاهِيمَ الَّذِي وَفَّى
Ve ibrahimellezi veffa
İbrahim’in sahifelerindeki şu hakikatler kendisine haber verilmedi mi?
38
أَلَّا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى
Ella teziru vaziratuv vizra uhra
Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez.
39
وَأَن لَّيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَى
Ve el leyse lil insani illa ma sea
İnsan için ancak çalıştığı vardır.
40
وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى
Ve enne sa’yehu sevfe yura
Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir.
41
ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاء الْأَوْفَى
Summe yuczahul cezael evfa
Sonra çalışmasının karşılığı kendisine tastamam verilecektir.
42
وَأَنَّ إِلَى رَبِّكَ الْمُنتَهَى
Ve enne ila rabbikel munteha
Şüphesiz en son varış Rabbinedir.
43
وَأَنَّهُ هُوَ أَضْحَكَ وَأَبْكَى
Ve ennehu huve adhake ve ebka
Şüphesiz O güldürür ve ağlatır.
44
وَأَنَّهُ هُوَ أَمَاتَ وَأَحْيَا
Ve ennehu huve emate ve ahya
Şüphesiz O öldürür ve diriltir.
45
وَأَنَّهُ خَلَقَ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْأُنثَى
Ve ennehu halekaz zevceyniz zekara vel unsa
Şüphesiz O iki eşi, erkeği ve dişiyi,
46
مِن نُّطْفَةٍ إِذَا تُمْنَى
Min nutfetin iza tumna
(rahme) atıldığında az bir sudan (meniden) yaratmıştır.
47
وَأَنَّ عَلَيْهِ النَّشْأَةَ الْأُخْرَى
Ve enne aleyhin neş’etel uhra
Şüphesiz tekrar diriltmek de O’na aittir.
48
وَأَنَّهُ هُوَ أَغْنَى وَأَقْنَى
Ve ennehu huve ağna ve akna
Şüphesiz O, başkalarına muhtaç olmaktan kurtardı ve varlık sahibi kıldı.
49
وَأَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرَى
Ve ennehu huve rabbuş şı’ra
Şüphesiz O, "Şi’râ’nın Rabbidir
50
وَأَنَّهُ أَهْلَكَ عَاداً الْأُولَى
Ve ennehu ehleke adenil ula
Şüphesiz O,
51
وَثَمُودَ فَمَا أَبْقَى
Ve semude fema ebka
önce gelen Âd kavmini ve Semûd kavmini helak etti ve hiç kimseyi bırakmadı.
52
وَقَوْمَ نُوحٍ مِّن قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا هُمْ أَظْلَمَ وَأَطْغَى
Ve kavme nuhım min kabl innehum kanu hum azleme ve atğa
Daha önce de Nûh’un kavmini helak etmişti. Şüphesiz onlar daha zalim ve daha azgın kimselerdi.
53
وَالْمُؤْتَفِكَةَ أَهْوَى
Vel mu’tefikete ehva
O, "Mu’tefike"yi de kaldırıp yere çarpmış
54
فَغَشَّاهَا مَا غَشَّى
Fe ğaşşaha ma ğaşşa
ve onlara örttüğü azap örtüsünü örtmüştür.
55
فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكَ تَتَمَارَى
Fe bir eyyi alai rabbike tetemara
O halde Rabbi’nin nimetlerinin hangisinden şüphe ediyorsun (ey insan!).
56
هَذَا نَذِيرٌ مِّنَ النُّذُرِ الْأُولَى
Haza nezirum minen nuzuril ula
Bu da önceki uyarıcılardan bir uyarıcıdır
57
أَزِفَتْ الْآزِفَةُ
Ezifetil azifeh
Yaklaşmakta olan (Kıyamet iyice) yaklaştı.
58
لَيْسَ لَهَا مِن دُونِ اللَّهِ كَاشِفَةٌ
Leyse leha min dunillahi kaşifeh
Onu Allah’tan başka açacak kimse yoktur.
59
أَفَمِنْ هَذَا الْحَدِيثِ تَعْجَبُونَ
E fe min hazel hadisi ta’cebun
Şimdi siz gaflet içinde eğlenerek
60
وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَ
Ve tadhakune ve la tebkun
bu söze mi (Kur’an’a mı) şaşıyorsunuz,
61
وَأَنتُمْ سَامِدُونَ
Ve entum samidun
gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz?
62
فَاسْجُدُوا لِلَّهِ وَاعْبُدُوا
Fescudu lillahi va’budu
Haydi Allah’a secde edin ve ona kulluk edin.
Cevap: Necm Sûresi
@hmet
NECM SURESİ KONUSU VE İÇERDİĞİ MESAJLAR
Necm sûresi, Mekke’de inmiştir. Mekke’de inen diğer sûreler gibi, umûmî çerçeve içersinde, peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve hesaba inanma konularından bahseder.
Bu mübarek sûre insanlık Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.)’in mucizesi olan Miraç konusunu anlatarak başlar. Hz. Peygamber (a.s) Mirac’ta, Allah’ın geniş mülkünde, akılları dehşete ve hayrete düşüren enteresan ve acâip şeyler gördü. Sûre, insanlara iman etmek, gayb ve vahiy konularında mücâdele etmemek gibi, onlara gerekli olan şeyleri anlattı.
Bunların ardından söz, müşriklerin Allah’tan başka tapmış oldukları putlara geldi. Sûre, ilâh oldukları iddia edilen putların ve Allah’tan başkasına ibâdetin bâtıl olduğunu açıkladı. Bu hususta, putlara ibâdetle meleklere ibâdet arasında bir fark olmadığım bildirdi.
Daha sonra bu sûre, kıyamet günündeki âdil cezadan bahseder. Şöyle ki o gün herkese, yaptığının karşılığı verilir. İyi iş yapan yaptığı iyiliğin, kötü iş yapan da yaptığı kötülüğün karşılığını alır. İnsanlar, iyiler ve kötüler olmak üzere iki gruba ayrılır.
Sûre, bu âdil cezaya şöyle delil getirir: İnsan için, ameli ve işinden başka bir şey yoktur. Hiç kimse başkasının günahım yüklenmez. Çünkü ceza, suçludan başkasına verilmez. Bu, Allah’ın dosdoğru bir kanunu ve gerek Kur’an-ı Kerim’de ve gerekse önceki semavî kitaplarda açıkladığı âdil hükmüdür.
Bu mübarek sûre hayat verme, öldürme, Öldükten sonra diriltme, zenginleştirme, fakirleştirme ve erkek ve dişi çifti, atılan bir damla sudan yaratma hususunda Yüce Allah’ın kudretinin alâmetlerini anlatır.
Sûre Ad, Semûd, Nûh ve Lût kavmi gibi azgın milletlerin başına gelen azap ve helaki anlatarak sona erer. Bunu, Rasulullah (s.a.v)’ı yalanlamalarından dolayı kendilerini bekleyen azabı Mekke kâfirlerine hatırlatmak, azgın ve zâlimleri isyan ve inatta devam etmekten alıkoymak için yapar