Mü’minun Suresi nedir? Muminun süresi hakkında ansiklopedik bilgi

Mü’minun Suresi nedir? Muminun süresi hakkında ansiklopedik bilgi

Şema
MÜ’MİNÛN SÛRESİ İLE İLGİLİ BİLGİ

Kur’an-ı Kerim’in yirmi üçüncü sûresi. Yüz on sekiz âyet, bin sekiz yüz kırk kelime ve dört bin sekiz yüz kırk harften ibarettir. Kûfeliler’in dışındakiler, yüz on yedi ayet olduğu görüşündedirler. Mekkî sûrelerden olup, Enbiyâ sûresinden sonra nâzil olmuştur. Fasılası mim ve nun harfleridir. Adını ilk ayetinde geçen Allah’a iman edenler anlamındaki "el-Mü’minûn" kelimesinden almıştır.
Hz. Ömer (r.a)’in bu sûreden bahsederken şöyle söylediği nakledilmektedir: Hz. Peygamber’e vahiy geldiği zaman, yüzünün etrafında arı uğultusuna benzer sesler işitilirdi. Bir gün kendisine o vahiy hali geldi. Bir süre bekledik. Kıbleye dönüp ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti: "Allah’ım, bize olan hayrını bollaştır, azaltma. Bize ikram et, zelil kılma. Bize ihsan et, mahrum eyleme. Bizi memnun et ve bizden razı ol". Daha sonra Hz. Peygamber; "Bana on âyet indirildi. Kim, onların gereğini yaparsa, Cennete girer" buyurdu ve ardından Mü’minun sûresinin ilk on âyetini okudu" (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, İstanbul 1985, V, 454).
Sûre, isminden de anlaşılacağı gibi, mü’minlerin özelliklerinden bahsetmektedir. Hz. Peygamber’in getirdiği ilahi mesaja imanı ve onu bir hayat biçimi olarak kabul etmeyi kalplere yerleştirmeyi hedef almaktadır. Yani imanla ilgili hususları, nitelikleri ve delilleri anlatan bir sûredir. Sûrenin üslûbundan, Mekke’de müslümanlara yapılan zulmün sürekli arttığı ancak henüz vahşet derecesine ulaşmadığı bir zamanda nâzil olduğu anlaşılmaktadır.
Sûreye, iman edenlerin mutlâk anlamda kurtuluşa erdikleri vurgulanarak girilmektedir: "Mü’minler muhakkak kurtuluşa ermişlerdir" (1). Bu âyet, mü’minlerin kesinlikle kurtuluşa ereceklerini vadetmektedir. Allah Teâlâ vadettiği zaman bundan asla caymaz. Vadedilen bu kurtuluş iman edenler için hem dünyada hem de âhirette gerçekleşecektir.
Bu ayetin neleri ifade ettiğini daha iyi anlayabilmek için, nâzil olduğu zaman ve ortama bir göz atmak lazımdır. İslâm’ın azılı düşmanları olan Mekkeli müşrikler, refah ve bolluk içinde yaşadıkları gibi, işleri de her zaman yolunda gidiyordu.
O günlerde müslümanlar, büyük dünyevî sıkıntılar içerisinde idiler. Mekke’de, iman etmiş olanlar, doğuştan fakir ve yoksul insanlardı. Ayrıca zengin ve güçlü konumdaki insanlar da Hz. Peygamber (s.a.s)’i tasdik ettiklerinde ticaretlerini kaybediyor; İslâm’a karşı olan acımasız düşmanlık onları da diğerleri gibi zulmün hedefi yapıyordu. İktisadî ve siyasî dengelerin, her şeyiyle müslümanların aleyhinde tezâhür ettiği bir zamanda, inkârcılar kendilerini üstün ve başarılı görüyorlardı. Sûrenin başlangıcındaki; "Muhakkak mü’minler kurtuldu; gerçek başarışa ulaştı" ifadesi kâfirlere, kurtuluş ve başarının gerçek ölçüsünün onların kafalarındaki gibi olmadığını anlatıyor.
Onların başarı ve üstünlük sandıkları şeyler, yanlış değerlendirmelere dayandığı için, neticede varacağı nokta tam bir başarısızlıktır. Hz. Peygamber (s.a.s) ve ona tabi olanlar ise her durumda başarılı olan ve kurtuluşa erenlerdir. Çünkü onlar iman etmekle, Allah’ın vadine mazhar olmuşlar, O’nun, her şeyin üstünde olan gücünün koruması altına girmişlerdir. İnkârcılar ise, hem bu dünyada hem de âhirette işlediklerinin hesabını mutlaka vereceklerdir.
Kurtuluşa erenler kimlerdir? Onları bu ilahî va’de muhatap kılan özellikleri nelerdir? Bunlar, Rasulullah (s.a.s)’ın getirdiği ilahî mesajın özü niteliğinde olup, iman edilip işlenildiği takdirde, insanoğlunu ebedi kurtuluşa erdirecek olan İslâm’ın, üzerine bina edildiği temel imanî özelliklerdir. Allah Teâlâ, mutlak kurtuluşa erenleri şöyle tanımlamaktadır: "Onlar, namazlarında huşû’ içindedirler. Onlar, boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar zekâtlarını verirler. Onlar ırzlartnı korurlar. Ancak eşleri ve sahip oldukları câriyeleri hariç. Çünkü bunlarla olan helâl ilişkilerinden dolayı kınanmazlar. Kim bunun ötesine geçmek isterse, işte onlar haddi aşanlardır. Öyle mü’minler ki, onlar emanetlerine ve vaadlerine riayet ederler. Onlar namazlarına devam ederler" (2-9). İşte bu özellikleri taşıyanlar, Rabb’lerinin yüce terbiyesinden nasiblerini almışlardır.
Bunlar, Allah Teâlâ’nın peygamberini terbiye ederek, onu ahlâklandırdığı, ahlâkların en yücesi olan ilahî kaynaklı bir ahlâktır. Allah Teâlâ rasulünü terbiye etmiş, onu her türlü fenalıklardan arındırmıştır: "Muhakkak ki sen yüce bir ahlâk üzeresin" (el-Kalem, 68/4).
Rasulullah (s.a.s)’in ahlâkı, Hz. Aişe (r.anha)’dan sorulduğunda o; "Onun ahlâkı Kur’an’ın kendisi idi" dedikten sonra; ilk âyetten başlayarak "Onlar namazlarını korurlar" ayetine kadar okumuş ve şöyle söylemişti: "İşte Rasulullah’ın ahlâkı böyleydi" (İbn Kesir, a.g.e., aynı yer).
İnsan, Kur’an ahlâkıyla ahlâklandığı zaman, dünya ve içindekiler gözünde küçülür, her şeyin iç gerçeklerine nufûz etmeye başlar, bütün kötülüklerden temizlenir, her türlü boş şeyden uzaklaşarak, sürekli uğraşması gereken akidevî mükellefiyetlerinin bilincinde olarak yaşar. İşte böyle olanlar, "mü’minler toplumunu" oluştururlar. Allah Teâlâ da bütün iyilikleri onlara bağışlar. İnsan aklının hayal etmekten bile âciz olduğu mükemmeliyetteki ahiret nimetlerini de onlar için hazırlamıştır: "İşte Firdevs cennetine vâris olacak olanlar onlardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır" (10-11).
Daha sonra, insanın yaradılışı ile birlikte bütün varlığın yaradılış mucizesi anlatılarak, akılları İslâm dışı yaşayışın pislikleriyle işlemez hale gelenlere bir mesaj verilmeye çalışılıyor. Kendilerine varlıklarıyla birlikte verilen onca nimetlerin kaynağını belki idrak edebilirler diye, onlara bir rahmet eli uzatılıyor.
İlk olarak, bir yaratıcının varlığını kaçınılmaz kılan insanın yaradılış safhaları anlatılır: "And olsun ki biz insanı süzülmüş o özlü balçıktan yarattık, sonra onu "nutfe" halinde mustahkem bir karargâh olan rahme yerleştirdik. Sonra "nufte"yi alâka haline getirdik; alâkayı bir çiğnem et yaptık; bir çiğnem eti kemiklere çevirdik ve kemiklere de et giydirdik. Sonra da onu bambaşka bir varlık yaptık. Şekil verenlerin en güzeli olan Allah ne yücedir" (12-14).
İnsanı, diğer canlılardan bambaşka ve mükemmel bir şekilde yaratan Allah Teâlâ, onu, yeryüzündeki imtihan dönemini doldurduktan sonra, yok edecektir: "Sonra siz, bunun ardından da mutlaka ölürsünüz" (15). Bu ölüm, insan varlığının sonu değildir. O, ihtiyacı olan her şeyle donatılıp gönderildiği bu dünyada istediklerinin karşılığını görüp, hesabını vermek için yeniden hayata döndürülecektir. Nasıl ki ilk yaradılış insanın iradesi dışında gerçekleşti ise; öldükten sonra ikinci diriliş de insan iradesi dışında gerçekleşecektir: "Sonra hiç şüphesiz ki, siz kıyamet günü diriltileceksiniz" (16).
Bu diriliş, kaçınılmazdır. Mü’minler, Allah’ın dinine uymakla kazandıkları mükâfatlarla buluşacaklar; inkâr edip tağutların peşinden giderek, Allah’tan başka ilâhlar edinenler de yalanlayıp durdukları o elim Cehennem azabıyla karşı karşıya geleceklerdir.
Allah Teâla, insanoğlu rahatça yaşamını sürdürebilsin diye, çeşit çeşit nimetler yaratmış, dünyayı ve içindekileri onun hizmetine sunmuştur.
Daha sonra, kavimlerini Allah’tan başka ilâhlar edinmemeye ve O’nun hükmünden başkasına tabi olmamaya çağıran önceki rasûllerin verdikleri tevhid mücadelesi anlatılarak, hak sözün hiç bir zaman değişmediği ve inkâr mantığının da çağlar boyu aynı yöntemleri kullandığı gerçeği dile getirilir. Buna göre müşriklerin Muhammed (s.a.s)’in getirdiği mesaja karşı yükselttikleri itirazlar ve şüpheler yeni değildir. Aynı itirazlar daha önceleri gelip geçmiş toplum ve kavimler gönderilen rasullere karşı da olmuştu.
Yeryüzünde ilk defa, kendilerine Allah’tan başka ilâhlar edinen bir kavme gönderilen Nuh (a.s), onları Allah’tan başkasına ibadet etmekten alıkoymaya çalışırken onlara şöyle seslenmişti: "… Ey kavmim! Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka Allahınız yoktur. Halâ sakınmayacak mısınız?" (23). Ama onlar, Nuh (a.s)’ı yalanlamışlar, ona uymaktan kaçınmışlardı: "Bunun üzerine kavminin ileri gelen kâfirleri şöyle dediler: Bu, sizin gibi beşerden başka bir şey değildir. Üzerimizde üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah, peygamber göndermek isteseydi, mutlaka melekleri gönderirdi. Biz geçmiş atalarımızdan böyle bir şey işitmedik" (24).
Bu kavim, Allah Teâlâ’nın gönderdiklerine itaat etmeyip, inkârlarında devam ettiği için, insanoğlunun cezalandırıldığı helâklerin en büyüklerinden olan Tufanla karşılaşmış ve iman eden küçük bir topluluk dışında hepsi helâk olmuştu.
Kur’an-ı Kerim’de tarihten ders alınarak inkârcıların sonu hakkında fikir edinilebilmesi için, geçmiş peygamberlerin kavimleri ile yaptıkları mücadelelerini anlatan kıssalar çokça zikredilmiştir. İnsanlar, bu kıssalara bakarak, Allah’ın elçilerinin mi, yoksa inkârcıların mı haklı olduğuna karar vermelidirler.
Peygamberler, insanları nesiller boyunca hep bir gerçeği idrak etmeye çağırmışlardı: İbadeti yalnızca Allah için yapmak, O’nu bırakıp başkalarını ilâhlar edinmemek.
Allah Teâlâ, helâk edilen Nuh kavminin yerine yeni bir nesil getirdi: "Sonra onların arkasından başka bir nesil yetiştirdik"(31). Onlara gönderilen peygamber de, aynı çağrıyı tekrarlamıştı: "Allah’a ibadet edin. Sizin ondan başka hiç bir ilâhınız yoktur" (22). Fakat kavimlerinin ileri gelenleri (mele’) aynı mantıkla hareket ederek insanları onlara uymaktan alıkoymuşlardı. Böylece onlar da helâk olanlardan oldular: "Hak ettikleri çığlık onları kıskıvrak yakalayıverdi. Böylece Biz onları, çerçöp haline getirdik" (41).
Nesiller bu şekilde gelip geçti. İnsanların çağrıldığı şey ve onu inkâr metodu sürekli aynı kaldı. Çünkü insan denilen varlık hiç bir zaman nitelik açısından değişime uğramadı. Kıyamet’e kadar da aynı kalacaktır. Bundan dolayı daha sonra gelen Hz. Musa (a.s) ve Hz. İsa (a.s) da aynı üslubla yalanlanmıştı. Bunların hepsi, yaptıklarının karşılığında, Allah’ın kendilerine daha önce haber verdiği musibetleri buldular. Allah Teâlâ; "Daha sonra peygamberlerimizi peşpeşe gönderdik. Hangi ümmete peygamberi geldiyse, onu mutlaka yalanladılar. Biz de onları arka arkaya helâk ettik. Onları birer kıssa yaptık. Uzak olsun Allah’ın rahmetinden o iman etmeyenler!" (44) ayetiyle bu tarihi gerçeği bize bildirmektedir.
Irklar, renkler ne olursa olsun, inananlar bir tek ümmet kılınmışlardır: "İşte sizin ümmetiniz, bir tek ümmettir. Ben de Rabbinizim. O halde benden korkun" (52). Yeryüzünün dört bir yanında, Allah’a inanıp onun ahkâmıyla yaşamak isteyen her ferd, bu ümmetin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu duygu, müslümanın kalbinde daima canlı bir şekilde sıcaklığını korur. Bu, imanın vermiş olduğu tabii bir haldir.
Bu birliğin ötesinde, dalâlet ve sapıklık vardır. Allah Teâlâ, yegâne Rabdır. Gönderdiği din de, içinde ihtilafa düşülecek zerre kadar noksanlık olmayan bir dindir. Geçmiş ümmetler, dinde ihtilâfa düşüp, fırkalara bölündükleri için helâk olmuşlardı. Her fırka, dinin kendilerine hoş gelen yönlerini aldı ve din parça parça edildi. Her fırka, artık Allah’ın dininden bambaşka bir din haline gelen düşünceleriyle övünüp durdular: "Onlar dinlerini aralarında parça parça edip fırkalara ayrıldılar. Her fırka kendi diniyle övünüp sevinir oldu" (53). Allah Teâlâ, eski ümmetlerin sapıtmalarına sebeb olan tefrikaya düşmemeleri için, müslümanları uyarıyor. Tefrika, tehlikeli bir durumdur. Çünkü herkes kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanır. Halbuki onları gaflet sarhoşluğu kaplamıştır da onlar bunun farkında değillerdir: "Onları belli bir süreye kadar gaflet sarhoşluğu ile başbaşa bırak!" (54).
Bu ifadelerin hemen peşinden tekrar mü’minlerin değişik özellikleri sıralanıyor: "Rablerinin korkusundan titreyenler, Rablerinin ayetlerine iman edenler, Rablerine ortak koşmayanlar, başkalarına verdikleri şeyi, Rablerinin huzuruna çıkacaklarından kalpleri ürpererek verenler" (57-60).
Mü’min hiç bir zaman Allah’ın ayetlerinden gâfil olmaz. Bunun için yaptığı iyilikleri, ibadetleri önemsemez; Allah’ın âyetleri ve nimetleri yanında yaptıklarının hiç bir önem ifade etmediğinin farkındadır. Ayrıca mü’min kimse, Allah’ın celâl ve azâmetini bütün varlığıyla hisseder ve haşyet içerisinde ona yönelir.
Daha sonra tekrar, inkârcıların Allah’ın dinini yalanlayıp, Peygamber (s.a.s)’e ve getirdiği mesaja karşı takındıkları tavır ve bunun sonucunda içine düşecekleri kötü durumları dile getirilir.
Onlar, Allah’ın varlığına ve her şeyi kuşatan hâkimiyetine boyun eğmeyi akıllarından geçiremezler. Çünkü onlar hiç bir zaman düşünerek konuşmazlar. İleri sürdükleri şeyler de kendilerine ait değildir. İslâm’ın hakikatına karşı atalarının söyledikleri şeyleri tekrarlayıp dururlar: "Hayır, onlar öncekilerin dediklerini deyip durdular" (81).
Hz. Peygamber (s.a.s) ve ona tâbi olanlar uyarılarak, kâfirlerin düşmanlık ve fitnelerine karşı, Allah Teâlâ’ya sığınıp O’ndan yardım istemeleri gerektiği: "Ey Muhammed! De ki, Rabbim! Şeytanların vesvesesinden sana sığınırım. Rabbim! Yanımda bulunmalarından da sana sığınırım" (97-98) ayetiyle onlara bildirilmektedir.
Sûrenin sonunda, hayatlarını İslâm’a düşmanlıkla geçiren müşriklerin, ölüm halindeyken, onlara haber verilen gerçeklerle yüzyüze geldiklerinde duyacakları o büyük pişmanlık hali zikredilir. Onlar inananlara yaptıkları işkencelerin cezasını göreceklerdir. Pişmanlık günü gelip çatmadan, gerçeği kavramaları için uyarılmaktadırlar: "Onlar büyük azapla karşılaştıkları gün; Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer tekrar inkâra dönersek, gerçekten zâlimler oluruz" (107) diyeceklerdir. Ancak, Allah Teâlâ onları yüz üstü bırakacaktır. Çünkü onlar İslâm’la alay etmişler, müslümanlara eziyet etmekten zevk alır olmuşlardı.
Varlığın tek sahibi Allah’tır. Yarattıkları için hüküm koymak yalnız O’na aittir. O’nun hâkimiyetine ortak alacak hiç bir güç yoktur. Her kim O’nun hükmüne razı olmaz, hakimiyetini tanımazsa, O’na şirk koşmuş, O’ndan başkalarına boyun eğmekle, kendine Allah’tan başka ilâhlar edinmiş olur: "Kim, hakkında hiç bir delili olmadığı halde, Allah’la beraber bir başka ilâha taparsa, onun hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Kâfirler, elbette kurtuluşa eremezler" (117).
Sûre, mü’minlerin hallerini, özelliklerini, hasletlerini ortaya koyan, onların dünya ve âhirette görecekleri mükâfatları açıklayan, mü’minlere hasredilmiş bir sûredir. Ancak, imanın anlaşılabilmesi için, câhilî düşünce ve sistemlerin mâhiyetinin de bilinmesi gerekir. Allah Teâlâ, bu sûrede, hak ve batılın iç gerçeklerini peşpeşe, birbiriyle kıyaslanabilecek bir şekilde vermiş; İslâm’ın hakikati karşısında küfrün tutarsızlığını bütün çıplaklığı ile ortaya koymuştur. Sûre, rahmet rüzgarlarıyla mü’min kalpleri teskin etmekte; görecekleri dayanılmaz zorluklara karşı onları ruhen hazırlamaktadır.
Sûrenin son ayeti, Allah’a yönelişi, rahmet ve gufran dileyişi anlatmaktadır: "De ki: Rabbim! Bağışla, merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın" (118). Bu ayet, sürenin başı ile sonunu birbirine bağlıyor ve mü’minlerin mutlaka kurtuluşa ereceklerini, kâfirlerin ise her zaman kaybedeceğini kuvvetle ifade etmiş oluyor.
Ömer TELLİOĞLU


Cevap: Mü’minûn Sûresi

Hasine
23-el-MÜ’MİNÛN
118 (yüzonsekiz) âyet olup Mekke’de nâzil olmuştur. Özellikle ilk âyetlerinde kurtuluşa eren müminlerin ibadetlerinden, ahlâki yaşayışlarından ve nâil olacakları uhrevî nimetlerden bahsedildiği için sûre "el-Mü’minûn" adını almıştır. Nitekim Abdullah b. Abbas’tan rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s. a.), bu âyetlerin inzâlini müteakip, "Bana on âyet indi ki, durumu bunlara uyan cennete gidecektir" buyurdu ve bu sûrenin ilk on âyetini okudu.

Rahmân ve Rahîm (olan) Allah’ın adıyla.
1. Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir;
2. Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler;
3. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler;
4. Onlar ki, zekâtı verirler;
5. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar;
6. Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (câriyeleri) hariç. (Bunlarla ilişkilerden dolayı) kınanmış değillerdir.
7. Şu halde, kim bunun ötesine gitmek isterse, işte bunlar, haddi aşan kimselerdir.
8. Yine onlar (o müminler) ki, emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler;
9. Ve onlar ki, namazlarına devam ederler.
10. İşte, asıl bunlar vâris olacaklardır;
11. (Evet) Firdevs’e vâris olan bu kimseler, orada ebedî kalıcıdırlar.
12. Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık.
13. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik.
14. Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yapıpyaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.
15. Sonra, muhakkak ki siz, bunun ardından elbet öleceksiniz.
16. Sonra da şüphesiz, sizler kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz.
17. Andolsun biz, sizin üstünüzde yedi yol yarattık. Biz yaratmaktan habersiz değiliz.

Müfessirlerin çoğu, ayetteki "yedi yol”u, yedi gök olarak yorumlamışlardır. Müfessir Hamdi Yazır ise, bu yedi yoldan, insanın yedi irdak yolunu anladığını, bunların da görme, işitme, tatma, koklama ve dokunmadan ibaret beş duyu ile akıl ve vahiy yolları olduğunu ileri sürüyor.

18. Gökten uygun bir ölçüde yağmur indirip onu arzda durdurduk. Bizim onu gidermeye de elbet gücümüz yeter.

Yağmurun arzda durması canlılar için büyük bir nimettir. Şayet arz, yağmur suyunu tutmayıp olduğu gibi dibe indirir veya bu sular sel halinde büsbütün akıp giderse, canlılar yağmurun hayati faydalarından mahrum kaldığı gibi, -erezyon hadisesinde görüldüğü üzere- yağmur bazen zararlı bile olabilir. "Yağmur suyunun arzda durması”ndan, suyun yer altında birikmesi de kasdedilmiş olabilir ki, bu da canlılar için Allah’ın bir lütfudur. Çünkü yer altı suları, gerek tabii olarak kaynamak, gerekse insan emeği ile yüzeye çıkarılmak suretiyle faydalı hale gelir. Ayette de ifade buyurulduğu gibi Allah Teala, canlılar için bu kadar yararlı olan yağmuru gidermeye, yani yağdırmamaya veya, yağdırsa bile faydasız kılmaya kadirdir. Bu ise, gerek insan, gerekse diğer canlılar için en büyük kayıptır. Nitekim uzayda şimdiye kadar bilinenler içinde yağmur hadisesinin cereyan ettiği tek gezegen, dünyamızdır. Bir an dünyamızda bir yağmur nimetinin ortadan kaldırıldığını düşünürsek -ki ayette de belirtildiği gibi Yüce Allah buna kadirdir- o zaman dünyanın bütün değerini ve anlamını yitirdiğini anlarız. Çünkü dünyaya değer ve anlam kazandıran şey, hayattır. Su ise aşağıdaki ayetlerden anlaşılacağı üzere hayatın kaynağıdır.

19. Böylece onun (yağmurun) sayesinde sizin yararınıza hurma bahçeleri ve üzüm bağları meydana getirdik. Bunlarda sizin için birçok meyveler vardır ve siz onlardan yersiniz.
20. Tûr-i Sînâ’da da yetişen bir ağaç daha meydana getirdik ki, bu ağaç hem yağ hem de yiyenlerin ekmeğine katık edecekleri (zeytin) verir.
21. Hayvanlarda sizin için elbette ibretler vardır. Onların karınlarındakinden (sütlerinden) size içiririz. Onlarda sizin için birçok faydalar daha vardır; etlerinden de yersiniz.
22. Onların üzerinde ve gemilerde taşınırsınız.
23. Andolsun ki, Nuh’u kavmine gönderdik ve o: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka bir tanrı yoktur. Hâla sakınmaz mısınız? dedi.
24. Bunun üzerine, kavminin inkarcı ileri gelenleri şöyle dediler: "Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık."
25. "Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle ise, bir süreye kadar ona katlanıp bekleyin bakalım."
26. (Nuh), Rabbim! dedi, beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!
27. Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: Gözlerimizin önünde (muhafazamız altında) ve bildirdiğimiz şekilde gemiyi yap. Bizim emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca her cinsten eşler halinde iki tane ve bir de, içlerinden, daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki aileni gemiye al. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma! Zira onlar kesinlikle boğulacaklardır.
28. Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde: "Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamdolsun" de.
29. Ve de ki: Rabbim! Beni bereketli bir yere indir. Sen, iskân edenlerin en hayırlısısın.
30. Şüphesiz bunda (Nuh ve kavminin başından geçenlerde) birtakım ibretler vardır. Hakikaten biz (kullarımızı böyle) deneriz.
31. Sonra onların ardından bir başka nesil meydana getirdik.
32. Onlar arasından kendilerine: "Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka bir tanrınız yoktur. Hâla Allah’tan korkmaz mısınız?" (mesajını ileten) bir peygamber gönderdik.

Bu ayette kendisinin ve kavminin adı verilmeyen bu peygamber, bazı tefsircilere göre, Hud (a.s.) veya Salih (a.s.)tir.

33. Onun kavminden, kâfir olup ahirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler: "Bu, dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer."
34. "Gerçekten, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz."
35. "Size, öldüğünüz, toprak ve kemik yığını haline geldiğinizde, mutlak surette sizin (kabirden) çıkarılacağınızı mı vâdediyor?"
36. "Bu size vâdedilen (öldükten sonra yeniden dirilmek, gerçek olmaktan) çok uzak!"
37. "Hayat, şu dünya hayatımızdan ibarettir. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız; bir daha diriltilecek de değiliz."
38. "Bu adam, sadece Allah hakkında yalan uyduran bir kimsedir; biz ona inanmıyoruz."
39. O peygamber: Rabbim! dedi, beni yalanlamalarına karşılık bana yardımcı ol!
40. Allah şöyle buyurdu: Pek yakında onlar mutlaka pişman olacaklar!
41. Nitekim, vukuu kaçınılmaz olan korkunç bir ses yakalayıverdi onları! Kendilerini hemen sel süprüntüsüne çevirdik. Zalimler topluluğunun canı cehenneme!
42. Sonra onların ardından başka nesiller getirdik.
43. Hiçbir ümmet, ecelini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir.
44. Sonra biz peyderpey peygamberlerimizi gönderdik. Herhangi bir ümmete peygamberlerinin geldiği her defasında, onlar bu peygamberi yalanladılar; biz de onları birbiri ardından yok ettik ve onları ibret hikâyelerine dönüştürdük. Artık iman etmeyen kavmin canı cehenneme!
45. Sonra âyetlerimizle ve apaçık bir fermanla Musa ve kardeşi Harun’u gönderdik.
46. Firavun’a ve ileri gelenlerine de(gönderdik). Onlar ise kibire kapıldılar ve ululuk taslayan bir kavim oldular.
47. Bu yüzden dediler ki: Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız?
48. Böylece onları yalanladılar ve bu sebeple helâk edilenlerden oldular.

47. ayet, inkarcıların umumiyetle içine düştükleri bir hatayı ortaya koymaktadır: Gerçekten onlar insana, yalnızca bu dünyadaki mevkiine, toplum içindeki pozisyonuna göre değer verirler. Onların insan hakkında başta gelen değer ölçüleri makam ve mansıptır. Böylece onlar, bizatihi insana, onun düşüncesinin ve inancının kalitesine, sahip olduğu ahlaki ve insani vasıflarına değer vermezler. 48. Ayet bize gösteriyor ki, inkarcıların bu yanlış değer ölçülerine dayanarak peygamber hakkında vardıkları hüküm, kaçınılmaz olarak kendilerini felakete götürür.

49. Andolsun biz Musa’ya, belki onlar yola gelirler diye, Kitab’ı verdik.

Müfessir Zemahşeri’ye göre, ayette "onlar” zamiri ile kasdedilenler, Firavun ve eşraf takımı olmayıp, Hz. Musa ile Filistin’den Mısır’a göçen İsrailoğullarıdır. Zira Kitap, yani Tevrat, Firavun ve adamlarının boğulmalarından sonra vahyedilmiştir.

50. Meryem oğlunu ve annesini de (kudretimize) bir alâmet kıldık; onları, yerleşmeye elverişli, suyu bulunan bir tepeye yerleştirdik.
51. "Ey Peygamber! Temiz olan şeylerden yeyin; güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyle bilmekteyim."

Peygamberlere ve onların sonuncusu olan Hz. Muhammed’e yöneltilen bu hitaptan, inkarcıların kanaatlerinin aksine, peygamberlerin de birer beşer olduğu ve onlar için, Allah’ın lütfu olan güzel ve helal rızıklardan yararlanmanın bir kusur olmadığı, asıl önemli olan ve onlara yaraşan şeyin, iyi davranışlarda bulunmak, Allah’a en güzel şekilde kulluk etmek olduğu anlaşılmaktadır.

52. "Şüphesiz bu (insanlar) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir; ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise benden sakının" (denildi).
53. Ne var ki insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her gurup kendilerinde bulunan (fikir ve davranış) ile sevinip böbürlenmektedirler.
54. Şimdi sen onları bir zamana kadar gaflet ve sapıklıkları ile başbaşa bırak!
55. Sanıyorlar mı ki, onlara verdiğimiz servet ve oğullar ile.
56. Kendilerine faydalar sağlamak için can atıyoruz? Hayır, onlar işin farkına varamıyorlar.
57. Rablerine olan saygıdan dolayı kötülükten sakınanlar;
58. Rablerinin âyetlerine inananlar;
59. Rablerine ortak tanımayanlar;
60. Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yapanlar;
61. İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar.
62. Biz hiç kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Nezdimizde hakkı söyleyen bir kitap vardır ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.
63. Hayır, onların (o inkârcıların) kalpleri bu hususta cehâlet içindedir. Ayrıca onların bundan (bu şirk ve inkârcılıklarından) öte birtakım (kötü) işleri vardır ki, onlar bu işleri yapar dururlar.
64. En nihayet, refah ve bolluk içinde olanlarını sıkıntıya (veya azaba) uğrattığımızda, bakarsın ki onlar feryadı basarlar.
65. Boşuna sızlanmayın bugün! Zira bizden yardım göremeyeceksiniz!
66. Çünkü âyetlerim size okunurdu da, siz, buna karşı kibirlenerek arkanızı döner, geceleyin (Kâbe’nin etrafında toplanarak) hezeyanlar savururdunuz.
67. Çünkü âyetlerim size okunurdu da, siz, buna karşı kibirlenerek arkanızı döner, geceleyin (Kâbe’nin etrafında toplanarak) hezeyanlar savururdunuz.
68. Onlar bu sözü (Kur’an’ı) hiç düşünmediler mi? Yoksa kendilerine, daha önce geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?
69. Yoksa Peygamberlerini henüz tanımadılar da bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar?
70. Yoksa onda bir cinnet olduğunu mu söylüyorlar? Hayır; o, kendilerine hakkı getirmiştir. Onların çoğu ise haktan hoşlanmamaktadırlar.

Bu ayetler gösteriyor ki inkarcıların Kur’an’a sırt çevirmeleri ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmemeleri hiçbir haklı sebebe dayanmamaktadır. Zira onlar Kur’an üzerinde yeterince düşünmüşlerdi; ya da en azından, yeterince düşünmek fırsatını bulmuşlardı. Ayrıca, Hz. Muhammed (s.a.)in tebliği, mesela ataları Hz. İsmail’in tebliğinin bir devamı idi; yani onlar, Hak Dini büsbütün tanımaz değillerdi. Resulullah’ın dürüst ve güvenilir bir insan olduğunu pek ala bilirlerdi; akıllı ve zeki olduğundan şüpheleri yoktu. Bununla beraber yine de inanmıyorlardı, çünkü haktan, yani doğruluktan, gerçekten ve dürüstlükten hoşlanmıyorlardı. Kendileri hakka uyacakları yerde, hakkı kendi arzu ve isteklerine uydurmaya kalkışıyorlardı.

71. Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik; fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirdiIer.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre ayetteki şan ve şereften maksat, buna vesile olan Kur’an’dır. Nitekim, İslam’dan önce Arapların hakimiyetleri Yarımada’nın sınırlarını aşmazken, Kur’an-ı Kerim ve bu yüce Kitab’ın kendisine indiği Hz. Muhammed, bu milletin ismini ebedileştirmekle kalmamış, ayrıca Kur’an yoluna koyulan pek çok milletleri de cihanın en büyük ümmetlerinden biri olmak şerefine ulaştırmıştır.

72. (Resûlüm!) Yoksa sen onlardan bir karşılık mı istiyorsun? Rabbinin vereceği daha hayırlıdır. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
73. Gerçek şu ki sen onları doğru bir yola çağırıyorsun.
74. Ahirete inanmayanlar ise, ısrarla yoldan çıkmaktadırlar.
75. Eğer onlara acıyıp da içinde bulundukları sıkıntıyı giderseydik, iyice körleşerek azgınlıklarında direnirlerdi.
76. Andolsun, biz onları sıkıntıya düşürdük de yine Rablerine boyun eğmediler, tazarru ve niyazda da bulunmuyorlar.
77. En nihayet üzerlerine, azabı çok şiddetli bir kapı açtığımız zaman, bir de bakarsın ki onlar orada şaşkın ve ümitsiz kalmışlardır!
78. O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri yaratandır. Ne de az şükrediyorsunuz!
79. Ve O, sizi yeryüzünde yaratıp türetendir. Sırf O’nun huzurunda toplanacaksınız.
80. Ve O, yaşatan ve öldürendir; gecenin ve gündüzün değişmesi O’nun eseridir. Hâla aklınızı kullanmaz mısınız!
81. Buna rağmen onlar, öncekilerin dedikleri gibi dediler.
82. Dediler ki: Sahi biz, ölüp de bir toprak ve kemik yığını haline gelmişken, mutlaka yeniden diriltileceğiz öyle mi?
83. Hakikaten, gerek bize, gerekse daha önce atalarımıza böyle bir vaadde bulunuldu; (fakat) bu geçmiştekilerin masallarından başka bir şey değildir!
84. (Resûlüm!) de ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım), bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir?
85. "Allah’a aittir" diyecekler. Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız! de.
86. Yedi kat göklerin Rabbi, azametli Arş’ın Rabbi kimdir? diye sor.
87. "(Bunlar da) Allah’ındır" diyecekler. Şu halde siz Allah’tan korkmaz mısınız! de.
88. Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekûtu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan) kimdir? diye sor.
89. "(Bunların hepsi) Allah’ındır" diyecekler. Öyle ise nasıl olup da büyüye kapılıyorsunuz? de.

Bu ayetlerden açıkça anlaşılacağı üzere cahiliye devri Arapları ile onların kalıntıları olan inatçı müşrikler, esasen Allah’ın varlığına ve O’nun kainat üzerindeki hakimiyet ve tasarrufuna inanıyorlardı. Bununla beraber, 83. Ayetten anlaşılacağı üzere, Hz. Muhammed’in risaletine, onun tebliğ ettiği İslam dinine ve Kur’an-ı Kerim’e inanmıyorlardı. Ayrıca, 82. Ayette tasrih edildiği gibi, özellikle öldükten sonra tekrar dirilmeyi yani ahiret gününü kabul etmiyorlardı.

90. Doğrusu biz onlara gerçeği getirdik; onlar ise hakikaten yalancılardır.
91. Allah evlât edinmemiştir; O’nunla beraber hiçbir tanrı da yoktur. Aksi takdirde her tanrı kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı. Allah, onların (müşriklerin) yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.

Görüldüğü gibi bu ayet ile, birden fazla tanrı inancının,kainatın varoluşu ve işleyişindeki nizam ile ters düştüğü ortaya konmuştur. Buna göre kainatın varlık ve nizamındaki mükemmellik, Allah’ın varlık ve birliğinin bir ifadesi ve delilidir.

92. Allah, gaybı da şehâdeti de bilendir. O, müşriklerin ortak koştukları şeylerden çok yüce ve münezzehtir.

Gayb ve şehadet,iki ayrı bilgi alanını ifade eder. Gayb alanına giren malumat, akıl ve duyu organlarının idrak gücünü aşan, ancak bir kısım kabiliyetlerin bir ölçüde sezebildikleri, bununla beraber, en doğru bir şekilde vahiy yolu ile bize intikal eden bilgilerdir. Esasen gayb ile bize intikal eden bilgilerdir. Esasen gayb alanı, bilgiden ziyade bir iman alanıdır. Nitekim Bakara suresinin başında da işaret edildiği gibi, "Amentü” de ifadesini bulan iman esasları hakkındaki bilgilerimiz, bu tür bilgilerdir.

Şehadet ise, gaybın aksine, tecrübe ve müşahede sahasına giren duyulur alem ile bu aleme ait eşya ve olayları ifade eder.

93. (Resûlüm!) De ki: "Rabbim! Eğer onlara yöneltilen tehdidi (dünyevî sıkıntıyı ve uhrevî azabı) mutlaka bana göstereceksen.
94. Bu durumda beni zalimler topluluğunun içinde bulundurma, Rabbim!"
95. Biz, onlara yönelttiğimiz tehdidi sana göstermeye elbette ki kadiriz.
96. Sen, kötülüğü en güzel bir tutumla sav. Biz onların yakıştırmakta oldukları şeyi çok iyi bilmekteyiz.
97. Ve de ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım!
98. Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım, Rabbim!
99. Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında: "Rabbim! der, beni geri gönder;"
100. "Ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım." Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.

Sözlükte "engel” anlamına gelen "berzah”, ölüm ile başlayıp, yeniden dirilmeye kadar geçen süreyi ifade eden dini bir terimdir.

101. Sûra üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar.
102. Artık kimlerin (sevap) tartılan ağır basarsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.
103. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedî cehennemdedirler.
104. Ateş yüzlerini yakar; orada suratları çirkin ve gülünç bir halde bulunurlar.

Allah Teala, büyük bir nimet olan dünya hayatını şirkle, inkarcılıkla ve kötülükler işleyerek geçirdikten sonra, ölümün dehşeti karşısında, iş işten geçince uyanan, ancak cehennem azabına uğramaktan kurtulamayan bedbahtlara o zaman yönelteceği hitabı ve onların acz ve itiraflarını şöyle ifade buyuruyor:

105. Size âyetlerim okunurdu da, siz onları yalanlardınız değil mi?
106. Derler ki: Rabbimiz! Azgınlığımız bizi altetti; biz, bir sapıklar topluluğu idik.
107. Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha (ettiklerimize) dönersek, artık belli ki biz zalim insanlarız.
108. Buyurur ki: Alçaldıkça alçalın orada! Bana karşı konuşmayın artık!
109. Zira kullarımdan bir zümre: Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi affet; bize acı! Sen, merhametlilerin en iyisisin, demişlerdi.
110. İşte siz onları alaya aldınız; sonunda onlar (ile alay etmeniz) size beni yâdetmeyi unutturdu, siz onlara gülüyordunuz.
111. Bugün ben onlara, sabrettiklerinin karşılığını verdim; onlar, hakikaten muratlarına erenlerdir.
112. (Allah inkârcılara) "Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?" diye sorar.
113. "Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte sayanlara sor" derler.
114. Buyurur: Sadece az bir süre kaldınız; keşke siz (bunu) bilmiş olsaydınız!
115. Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?

Ayetten de anlaşılacağı üzere, dünyadaki bütün canlılar içinde vazife ve sorumluluk taşıyan yegane varlık insandır. Esasen insan hayatını anlamlı kılan, ona değer katan temel özellik, insanın bir vazife ve sorumluluk varlığı oluşudur. Bu sebeple, vazifelerini ihmal eden ve sorumsuz bir hayat yaşayan insanlar, gerçek anlamda insanlık değerini yitirmiş olurlar. Bu dünyada bir kısım insanlar, insanlığının gereği olan vazifeleri ihmal etmiş ve bunların sorumluluğundan kurtulmuş olabilirler. Ancak, yukarıdaki ayet açıkça gösteriyor ki, ilahi sorumluluktan kurtulmak ve Allah’ın huzurunda hesap vermekten kaçmak hiç kimse için mümkün değildir. Bunun aksini düşünmek, ahlak nizamını ve bu nizamın temeli olan mutlak adaleti inkar etmek sonucuna götürür.

116. Mutlak hakim ve hak olan Allah, çok yücedir. O’ndan başka tanrı yoktur, O, yüce Arş’ın sahibidir.
117. Her kim Allah ile birlikte diğer bir tanrıya taparsa, -ki bu hususla ilgili hiçbir delili yoktur- o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Şurası muhakkak ki kâfirler iflah olmaz.
118. (Resûlüm!) De ki: Bağışla ve merhamet et Rabbim! Sen merhametlilerin en iyisisin.


Cevap: Mü’minûn Sûresi

@hmet
Müminun süresinin konusu ve içerdiği mesajlar

Mü’minûn sûresi tevhid, risalet ve haşir gibi, dinin esaslarını anlatan Mekkî sûrelerden biridir. Mü’minleri ebedîleştirmek, yaptıkları iyi işleri ve faziletleri yüceltmek için, bu sûreye el-Mü’minûn yüce ismi verildi. Mü’minler yapmış oldukları güzel ve faziletli işler sayesinde, naîm cennetle-rindeki yüce Firdevs makamına vâris olmaya hak kazandılar.

Bu mübarek sûre Allah’ın gücünü ve birliğini gösteren delilleri bu güzel kâinatta; insan, hayvan ve bitkilerde ve eşsiz yedi kat göklerin yaratılışında tasvir ederek anlatır. Yine bu sûre, görülen âlemde insanların gördüğü yerler ve serpiştirilmiş olan hurma, üzüm, zeytin, nar, meyve ve ürünler, deniz sularını yararak giden büyük gemiler ve benzeri çeşitli şeylerde Allah’ın varlığını gösteren kevnî delilleri anlatır.

Yine bu mübarek sûre, Peygamber (s.a.v)’i, müşriklerden görmüş olduğu eziyetlere karşı teselli etmek için bazı peygamberlerin kıssalarından bahseder. Mesela Nuh, Hud, Musa, Meryem el-Betül ve oğlu İsa (a.s)’nm kıssalarını anlatır. Sonra da, Mekke kâfirlerinden ve onların, günün evvelinde ki güneş gibi yayılmış olan hakka karşı gösterdikleri inat ve kibirlerinden bahseder. Öldükten sonra dirilme ve haşir-neşirle ilgili deliller getirir. Öldükten sonra dirilme, bu sûrenin asıl konusu ve inkarcıların, hakkında mücadele ettikleri en önemli mevzudur. Sûre, parlak açıklamalarıyle bâtılın belin kırmıştır.

Bu mübarek sûre, ölüm sarhoşluğu içersinde kafirlerin karşılaştıkları sıkıntı ve korkulardan bahseder. Yapamadıkları iyi amelleri yapmak için dünyaya geri dönmeyi isterler. Fakat nerde! Ecel gelmiş, emeller yok olmuştur. Sûre, kıyamet gününden söz ederek sona erer. Şöyle ki; İnsanlar mutlular ve mutsuzlar olarak iki gruba ayrılır. Soy sop farkı ortadan kalkar. İman ve iyi amelden başkası fayda vermez. Her şeyin sahibi olan ve istediğini zorla yaptıran Allah ile cehennemlikler arasındaki konuşma kayda alınır. Onlar cehennemde yardım isteyerek bağırırlar. Fakat onlara yardım edilmez; isteklerine cevap verilmez


müminun suresi özellikleri

Yorum yapın

1melek.com petinya.net Kompozisyon/ !function(){"use strict";if("querySelector"in document&&"addEventListener"in window){var e=document.body;e.addEventListener("mousedown",function(){e.classList.add("using-mouse")}),e.addEventListener("keydown",function(){e.classList.remove("using-mouse")})}}();