Mucize nedir? İslamda mucize kavramı
Hoca
MUCİZE HAKKINDA ANSİKLOPEDİK BİLGİ
Kudret’in karşıtı olan "acz" kökünden if’al babında "i’caz" masdarından türetilen bir ism-i fail olarak "âciz bırakan, karşı konulamayan, benzeri yapılamayan, hârika" anlamında bir terim. Kur’ân-ı Kerim’de, "mucize" anlamında çok defa, "âyet, âyât, beyyine, delil ve delâil" kelimeleri kullanılmıştır. Âyet; belli olan bir alâmet, bir şeyi ispat eden delil veya işaret demektir. O halde genel olarak mucize ya bir işaret, delil ve ispat manâsına; veya "ilâhî bir haber" yahut "tebliğ edilen kelâm" anlamına gelir. <br>
Birinci manâ, mucizenin dinî bir terim olarak yapılan tarifine daha uygundur. İkinci manâ içine, çok defa Kur’ân âyetleri, bazen de bizzat Kur’an-ı Kerim girmektedir. Bu kelimenin, hem ilâhî bir haber olan Allah’ın kelâmı Kur’ân-ı Kerim, hem de, onu tebliğ eden Peygamber (s.a.s)’in risaletini ispat için kullanılmasında önemli bir hikmet vardır. O da; ilâhî bir kelâm ve hidâyet rehberi olan Kur’an-ı Kerim’in hak ve gerçek olduğuna bizzat kendisinin en kuvvetli bir delil olmasıdır. Nitekim Peygamber Efendimizin her devirde geçerliliğini koruyan en büyük (aklî) mucizesi Kur’ân-ı Kerim’dir. Gerçekte mu’cize; tabiat kanunları ve âdetler üstü, fevkalâde, harika bir olaydır. Hak Teâlâ onunla inkârcıları, bir benzerini getirmekten âciz bırakır; peygamber olarak seçtiği zâtı tasdik eder, peygamberlik iddiasının doğruluğunu ispat etmek için onda âdetler üstü hârika bir şey gösterir. İşte bu, onun peygamberliğini ispat eden bir delil yani bir mucizedir. Bir hârika olan mucizenin iki ana özelliği vardır. Bunlardan biri; "meydan okumak" diğeri, inkârcıları "âciz bırakmak"tır. Ehl-i Sünnet âlimleri, mucizeyi, kerâmet gibi diğer harikalardan ayıran unsur ve şartları dikkate alarak çeşitli ifadelerle tarif etmişlerdir. Bunlardan en uygun ve açık olanı şöyledir; Mucize; Peygamberlik iddiasında bulunan ve inkârcılara meydan okuyan zâtın bu iddiasının doğruluğunu tasdik etmek için, Hak Teâlâ’nın, onun vasıtasıyla izhar ettiği ve onları bir benzerini ‘mislini) yapmaktan âciz bırakan, tabiat kanunları ve âdetler üstü harikulâde bir hadisedir (et-Taftazânî, Şerhul-Akâid en-Nesefiyye; Kahire 1939, s. 459-460; Diğer tarif için bk. el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, III,177; el-Cezirî, Tavdîhu’l-Akâid, 140).<br>
<br>
Bu tariften anlaşılacağı üzere mucize, Allah’ın bir fiilidir. Onu Peygamberi elinde yaratan ve gösteren, bizzat Allah (c.c) tır. Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan ve inkarcılara karşı meydan okuyan bir zatın elinde, onu inkâr eden herkesi aciz bırakan böyle bir harika izhar edilmesi, peygamberlik iddiasını ispat ve tasdik manası taşır. Çünkü peygamberin böyle bir harika göstermesi, "kulum, peygamberlik iddiasında sadıktır, kendiside, tebliğ ettiği sözler de, doğru ve gerçektir" demektir. Tarifteki, "peygamberlik iddiasında bulunmak" ve "meydan okumak" (tahaddi) şartlar, mucizeyi, Allah’ın salih kulları olan evliyâ’nın gösterdikleri "kerâmet" adı verilen ve benzeri diğer fevkalâde hadiselerden ayırır. Çünkü Allah dostları olan evliyanın, "peygamberlik iddiası" ve "meydan okuma" vasfı yoktur. Onların gösterdiği kerâmetler, tâbi oldukları ve şerîatı üzere yaşadıkları peygamberlerin bir tür mucizesi sayılır (Celâl ed-Devânî, Şerhu’l-Akâidi’l-Adudiyye, II, 277).<br>
<br>
Mu’cize sahih ve kabule şayan olması için, bazı şartları gerektirir.<br>
<br>
1- Mucize, Allahu Teâlâ’nın fiili olmalıdır. Çünkü Allah, fâil-i muhtar’dır; yani dilediğini yaratır. Ancak, kendi tarafından yaratılan bir fiilin doğruluğunu tasdik eder. Meselâ, Hz. Musa’nın elindeki asayı yılana çevirmek, İsa (a. s)’nın ölüyü diriltmesi gibi mucizelerdeki fiiller, Hak Teâlâ’nın irade ettiği ve yarattığı fiillerdir. Bunların peygamberlere nisbeti mecazîdir.<br>
<br>
2- Mucize, bilinen tabiat kanunları ve âdetler üstü bir harika olmalıdır. Ancak o zaman o fiil Allah katından bir tasdik derecesine ulaşır. Tabiat kanunlarına ve kâinatın normal niz—– göre meydana gelen (güneşin doğması gibi) hadiselerde fevkalâdelik özelliği yoktur.<br>
<br>
3- İtiraz edilmesi imkansız olmalıdır. Çünkü icâz’ın fonksiyonu, karşı çıkan muarızların aczini ortaya koyarak onları susturmaktır.<br>
<br>
4- Mucize, Allah’ın tasdikine bir delil olarak, peygamberlik iddiasında bulunan zatın elinde meydana gelmelidir.<br>
<br>
5- Gösterilen mucize peygamberin iddiasına, yani yapacağını ilân ettiği şeye uygun olmalıdır. İddiasına uymayan başka bir harika gösterse, mucize sayılmaz.<br>
<br>
6- İddiasına uygun olarak gösterdiği mucize, kendisini tekzip ederek yalanlamamalıdır.<br>
<br>
7- Mucize, iddiadan önce veya çok sonra olmamalı, peygamberlerin sözünü (iddiasını) müteakip hemen meydana gelmelidir (el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, III, 177-179).<br>
<br>
Mucizenin son şartına aykırı olarak peygamberlik iddiasından önce meydana gelen harikulâde olaylar, mucize sayılmasa da, evliya’nın kerâmeti cinsinden bir harika sayılır. Peygamberler, peygamberlik gelmeden önce, evliya derecesinde Allah dostlarıdır. Onlarda peygamberlik yaklaştığında görülen fevkalâde hadiseye "irhas" denir. Bunlar, gelecek olan peygamberliği tesis maksadıyla peygamber adaylarında görülen bazı harikalardır.<br>
<br>
Mu’cizenin Peygamberliğe Delaleti<br>
<br>
Şartlarına uygun olarak meydana gelen mucizenin peygamberlik iddiasında bulunan zatın peygamberliğine delâleti, kat’î ve zarurîdir. Çünkü Hak Teâlâ’nın yalancı bir zatın elinde, böyle misli gösterilemeyen fevkalâde bir mucize izhar etmesi aklen imkânsızdır. Zira bu, yalancı bir kimseyi tasdik etmek olur. Yalancıyı tasdik etmek kötü bir fiil olduğundan, Hak Teâlâ hakkında muhaldir. Gerçek şudur ki; peygamberlik denince, iki ana esas akla gelir. Birincisi; Allahu Teâlâ’nın büyük bir lütfu olan ilahî vahye mazhar olmak ve onu tebliğ ederek insanları dünya ve âhiret saadetine ulaştırmak; İkincisi ise, peygamberliği ispat eden ve onu tasdik eden "Mucize" göstermektir. Şayet peygamberler, kudreti herşeye yeten Hak Teâlâ tarafından teyid edilmeseler; yani onlara inkârcıları aciz bırakan mucizeler verilmese idi, Allah’ın Rasûlü olduklarına kimseyi inandıramazlardı. Mucize göstermek o zatın peygamberliğini bilfiil tasdik etmek, "doğru söyledin, sen hak peygambersin" demektir. Buna, günümüzde şöyle bir örnek verilebilir: Nasıl ki bir devletin elçisi gittiği devlet başkanına, yalnız elçilere mahsus olan "güven mektubu" sunarak, kendi devlet başkanının sefiri olduğunu ispat eder ve kendine inandırırsa; peygamberler de, kesin bir delil sayılan "mucize" göstererek, Allah’ın Rasûlü olduklarına, kendi milletlerini inandırmış olurlar.<br>
<br>
Peygamberler, eğer mucize ile desteklenmemiş olsalardı, sözlerini kabul etmek ve onları tasdik etmek gerekmezdi. Peygamberlik davasında sadık (doğru ve samimî) olan ile, kâzip (yalancı) olan birbirinden ayırdedilemezdi. Mucize gösterilince, iddia sahibinin doğru söylediği ve peygamber olduğu kesin olarak anlaşılmış olur. Çünkü Hak Teâlâ, mucizenin hemen ardından; onu görenlerde, peygamberin sâdık, sözünün doğru olduğuna dair bir bilgi yaratır. Bu bilgi, şu benzer olaydaki gibi şöyle hâsıl olur: Bir zât, bir topluluğa gelerek; "Ben, şu kralın size gönderdiği elçiyim" dese, sonra orada bulunan krala dönerek, "Eğer beni kendine elçi tayin etmekte sadık isen, âdetine muhalefet et; üç defa yerinden kalk ve âdetine aykırı bir yere otur" dese, kral da bunu yapsa; toplulukta, o zâtın doğru söylediği, kralın elçisi olduğu hususunda zorunlu ve kesin bir bilgi hasıl olur" (Fazla bilgi için bk. Şerhu’l-Akâidil-Nesefiyye, 460, el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, III, 181, 182).<br>
<br>
Burada önemli bir hususu belirtmek, konumuza daha açıklık getirecektir. Bazı kişilerin ilmini ve usûlünü öğrenerek yaptıkları sihir, asla bir çeşit mucize sayılmaz. Çünkü sihir, normal bir insanın maddî gücü dışında görünse de, insanın ruhî, nefsî ve ilmî gücü ve takatı dışında olağanüstü bir hadise vasfında değildir. Şayet öyle olsaydı, sihir de (mucize gibi vehbî) öğrenilemez ve bir sanat haline getirilemezdi. Mucize; insanların her türlü güçleri dışında kalan, çalışarak elde edilemeyen ve ancak Hak Teâlânın yüce iradesi ve verdiği ilâhî güçle yapılan fevkalâde bir hadisedir. Sihir gibi kesbî (çalışılarak) değil, vehbîdir. İlahîdir. Bu bakımdan, kötü maksatlarla ve şerir kimseler tarafında öğrenilerek bir sanat ve geçim aracı haline getirilen sihirbaılık, dinen haram kılınıp yasaklanmış ve büyük günahlardan sayılmıştır. Ayrıca çalışılarak elde edilen sihirbazlıkla yapılan sihirlerde, peygamberlerin gösterdiği mucizelerde bulunan şartlar; yani meydan okuma (tahaddi), insanları âciz bırakma ve peygamberlik iddiası yoktur. Bu gerçek Kur’ân-ı Kerim’de birkaç defa açıklanan "Hz. Musa’nın mucize asası ile Firavunun sihirbazları arasında geçen olaylarda çok açık olarak görülmektedir.<br>
<br>
Bu bakımdan sihir mucizeye benzemez; mucizenin peygamberliğe kesin ve zorunlu delâletini iptal eden bir engel sayılmaz (Ali Arslan Aydın, İslâm’da İman ve Esasları, İstanbul 1990, 200, 201).<br>
<br>
Mucizeye Inanmanın Hükmü<br>
<br>
Her müslümanın, Allahu Teâlâ’nın insanlara zaman zaman göndermiş olduğu peygamberlerinin davalarında sadık ve haklı olduklarını ortaya koyan ve Allah tarafından desteklendiklerini ispat eden mucizeler verdiğine inanması farzdır. Hiç bir peygamber yoktur ki, Hak Teâlâ ona bir mucize ihsan ederek onu tasdik etmiş olmasın. Bu husus, Kur’an’da adı geçen her peygamber hakkında indirilen müteaddid âyetlerle sâbit olmuş ve onlara verilen mucizeler açıklanmıştır. O halde mucize gerçeğine iman; Kitap, Sünnet ve İcmâ-ı Ümmet ile sâbittir. Kur’an’la sâbit olan "İsrâ" ve "İnşikâk-ı Kamer" gibi hissî ve kevnî mucizeleri inkâr, küfrü gerektirir. Her Peygambere mucize verildiğine dair pek çok âyetler olduğu gibi Peygamber (s.a.s)’in şu sahih hadisi de zikredilebilir: "Hiç bir peygamber yoktur ki Ona insanların imanına sebep olan mucizeler verilmiş olmasın. Bana verilen mucize ise, ancak bana vahyolunan bir vahiydir. Onun için kıyamet gününde ümmeti en fazla olan peygamber ben olacağımı ümit ediyorum" (Buharî, Fezâilûl-Kur îın, 1; Müslim, İman, 239).<br>
<br>
Peygamberlerin mucize göstermelerinin aklen de mümkün olduğuna en açık delil; mucizeyi yaratan Hak Teâlâ’nın her şeyi yaratacak kudrette bir "Kâdir-i Mutlak" olmasıdır. Çünkü; kâinatta, yerde ve gök yüzündeki canlı cansız varlıklar âlemine dikkatle bakılarak ondaki incelik, şaşmaz düzen ve muhkem nizam incelenip düşünülünce, bütün bunların yaratıcısı olan Hak Teâlâ’nın, peygamberlerini tasdik etmek maksadıyla gerektiğinde, herbirinin elinde, ezelî ilmine ve küllî iradesine uygun olarak mucize adı verilen fevkalâde bir şey yaratmasının aklen mümkün olduğu kolayca anlaşılır. Allah (c.c)’a, sonsuz kudret ve azametine inanan herkes; mucizeye, onun aklen mümkin ve fiilen sâbit olduğuna tereddütsüz iman eder. İnsanlık tarihi bu gerçeğin canlı örnekleriyle doludur.<br>
<br>
Mucizenin Çeşitleri<br>
<br>
Akâid ve Kelâm ilmine ait muteber ana kaynaklarda mucizeler iki ana gruba ayrılmış, sonra her gruba giren mucize(erin çeşitleri beyan edilmiştir. Bunlardan birincisi, "hissî ve kevnî mucizeler"; diğeri ise, "aklî (manevî) mucizeler" dir.<br>
<br>
Birinci gruba giren hissî ve kevnî mucizeler de, mahiyet ve keyfiyet bakımından iki büyük grupta toplanır. Birinci grup; Hak Teâlâ’nın elçileri olarak seçtiği üstün vasıflı şahsiyetler olan peygamberlerin mümtaz zatları ve kâmil sıfatları ile ilgili fevkalâde haller, üstün meziyetler, yüce tecellî ve özelliklerdir. İkinci grupta ise; peygamberlerin zat ve sıfatları dışında meydana gelen ve her peygambere verilen, o zamanki insanların duyu organları ile müşahade ettikleri tabiat üstü olaylar hissî ve kevnî mucizeler grubuna girer. Bunlar her peygamberin peygamberliğini ispat etmek için Allah’ın izniyle gösterdiği, o zamanki insanları âciz ve hayran bırakan ve o devirde en inandırıcı görünen fevkalâde eşsiz hâdiselerdir. Bazı alimler, özellikle Peygamber (s.a.s) tarafından vahye ve Kur’an âyetlerine dayanarak haber verdiği, geçmişe ve geleceğe ait hadiselere, "Mu’cizât-ı Haberiyye" adı vererek bunları aynı türde mucizeler olarak mütalaa etmişlerdir. Başta Hâtemül-Enbiya Hz. Muhammed (s.a.s) olmak üzere, Allah’ın sevgili ve mümtaz kulları, insanlığın hidâyet rehberleri ve gerçek eğitici ve öğreticileri olan ve bizzat Allah (c.c) tarafından terbiye edilen peygamberlerin mümtaz zat ve kâmil şahsiyetleri, onlar hakkında her müslümanın inanması gereken kemal sıfatlar, onların peygamberliğini ispat eden zâtî mucizelerdir.<br>
<br>
Gerçek şudur ki; başta Hz. Muhammed (s.a.s) olmak üzere, bütün peygamberlerin herkese güven ve emniyet veren güçlü ve dürüst şahsiyetleri, sağlam karakter, güzel ahlâk, cesâret ve istikametleri, parlak zekâ ve dirayetleri, elde ettikleri eşsiz başarılar, sahip oldukları belağât ve fesahatları gösterdikleri, hissî mucizelerden daha tesirli ve açık olarak, herbirinin, Allah’ın Rasûlü olduğuna kesinlikle delâlet etmektedir.<br>
<br>
Hissî ve Kevnî Mucizeler<br>
<br>
Peygamberlerden bahsedilince akla gelen ve Kur’ân-ı Kerim’de bazı peygamberlerin gösterdiği bildirilen mucizeler, genellikle bu çeşit hissî ve kevnî mucizelerdir. Her peygamber, Hak Teâlâ’nın elçisi olduğunu ispat etmek için genellikle göze hitap eden hissî mucizeler göstermiştir. Bu fevkalâde hadiseler, her peygamberin içinde yaşadığı dönem gereği ve insanların anlayışına göre emsalsiz sayılan ve başkalarının benzerini yapmakta aciz kalarak hayret edecekleri türden mucizelerdir. Mahiyet ve keyfiyeti bakımından hissî ve kevnî olan bu mucizelerin çoğu Kur’ân-ı Kerim’de açıklanmıştır. Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsâ ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)’in gösterdiği ve Kur’ân-ı Kerimle sâbit olan bu tür mucizelerden bazılarını şöyle özetlemek mümkündür:<br>
<br>
1- Hz. İbrahim (a.s)’ın, Bâbil hükümdarı Nemrut tarafından-mancılıkla-ateşe atıldığı halde yanmayarak kurtulması.<br>
<br>
2- Musa Peygamberin elindeki asanın, Firavunun sihirbazlarının yaptıklarını yutan bir ejderha haline girmesi, sonra eski haline dönmesi. Aynı asayı Hz. Musa’nın Kızıldenize vurmasıyla, denizin yarılması… Böylece Hz. Musa, yanındaki İsrâil oğullarıyla karşı sahile geçerek kurtulmuşlar, deniz eski haline dönmüş ve Firavn yanındakilerle beraber boğulmuştur.<br>
<br>
3- Hz. İsa (a.s)’nın, Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesi, hastalara dokunarak onları iyi etmesi gibi fevkalâde hadiseler, birer hissî mucizedir.<br>
<br>
Rasulullah (s.a.s) Efendimizin pek çok hissî ve kevnî mucizeleri vardır. Bunlardan Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen ve tevâtür derecesine ulaşan sahih hadislerle sâbit olan ikisi şunlardır:<br>
<br>
1- İsrâ ve Mirac mucizesi: Kur’ân-ı Kerim, İsrâ sûresinde; "Kulunu (Muhammed’i), ona âyetlerini göstermek üzere, bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şânı ne yücedir…" (el-İsrâ, 17/1) buyurulmuştur. Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz, ilâhî emir üzerine Cebrail (a.s)’ın refakatinde bir gecenin belirli bir kısmında, Mekke-i Mükerremedeki Mescid-i Haram’dan, Kudüs’te bulnan Mescid-i Aksa’ya süratle götürülmüş; oradan da, yedi kat gökyüzüne yükseltilerek "sidre-i Müntehâ" ya ve diğer yüce makamlara çıkarılmış; bir çok ilâhî lütuflara (Füyuıâtı Rabbâniyeye) mazhar olduktan sonra, tekrar Mekke-i Mükerreme’ye ulaştırılmıştır, Buharî ve Müslim’in Sahihlerinde mevcut meşhur bir hadise göre; bu mucize, Hicret’ten bir buçuk yıl önce Receb ayının yirmiyedinci gecesi vuku bulmuştur. İsrâ’nın, ruh ve ceset birlikte tahakkuk ettiğinde icmâ vardır. İsrâ hadisesi, yukarda kaydedilen âyetle sâbit olduğundan, inkâr eden kâfir olur. Mirac hadisesinde de, icmâ-ı ümmet varsa da, keyfiyetin de, yani oluş şeklinde ittifak olunmamıştır. Ancak âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, Mi’rac ta, ruh ve ceset birlikte ve uyanık olarak tahakkuk etmiştir. Bu hadise, Rasulü Ekrem Efendimiz’in en büyük hissî mucizesi olarak kabul edilmiştir (Ayrıca bk. İsrâ ve Mirac maddesi).<br>
<br>
2- İnşikâk-ı Kâmer, Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi: Peygamber (s.a.s) Efendimizin bu büyük hissî mucizesi de Kur’an’la sâbittir. Nitekim; Kamer sûresinde (54/1): "(Kıyâmet)saat(i) yaklaştı, ay (ikiye) bölündü (yarıldı)" buyurulmuştur. Bazı sahih hadislerde nakledildiğine göre; müşriklerden bir grup, bir mucize olarak, ayın iki kısma ayrılmasını, Rasul-i Ekrem (s.a.s)’den istediler. Hz. Peygamber (s.a.s) da, Allah’u Teâlâ’ya yönelerek niyazda bulundu. Ay, Allah’ın kudret ve izniyle derhal ikiye ayrıldı; bir kısmı Hıra dağı üzerinde, diğer kısmı ise, aşağıda ve tam karşısında görüldü. Müşrikler, inat ve tekebbürlerine kapılarak bu büyük mucizeyi inkâr ettiler ve "Bu, ancak bir sihirdir" dediler. Şayet bu mucize, diğer Mekkelilerce de görülmemiş olsaydı, ona delâlet eden âyetle tekzip edilmiş olur ve kimse Hz. Muhammed (s.a.s)’e iman etmez, hattâ inananlardan irtidat edenler bile olurdu. Halbuki böyle bir şey olmamıştır (bk. Ay mucizesi mad.)<br>
<br>
Aklî Mucizeler Aklî mucize, akla ve vicdana hitab eden ve her devirde geçerli olan olağanüstü eşsiz bir harikadır. Bu tür mucizeye en canlı örnek, yalnız Rasulullah (s.a.s) Efendimiz’e verilen ve onun en büyük mucizesi sayılan Kur’ân-ı Kerim’dir. Çünkü o, her zaman ve mekanda onun peygamberliğini simgeleyen en etkili mucizedir. Daha önceki peygamberlere verilen hissî mucizelerin fonksiyonu Kur’anla sona ermiş; onların, hatıralarda anılan tarihî fevkalâde bir olay olmaktan öte, artık bir etkisi kalmamıştır. Böyle bir aklî mucizenin, peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s) Efendimize verilip, daha önceki peygamberlerin hiç birine bir benzerinin verilmemesinin hikmeti; onların peygamberliklerinin bir sonraki peygamberin gönderilişine kadar ki belirli zamana ve belirli bir millete mahsus olmasıdır. Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamberliği ise, kıyamet gününe kadar bâki olduğu için, ona; bütün insanların peygamberi olduğuna tanıklık edecek Kur’ân-ı Kerim gibi, her devirde geçerli, aklî ve eşsiz bir mucize verildi. Kur’an’ın pek çok olan icaz yönleri, genel olarak şu iki kısımda toplanarak özetlenebilir:<br>
<br>
1- Bütün insanları hedef alan i’câzı: Kur’an’ın o zamana kadar duyulmayan, adı sanı bilinmeyen gaybî hakikatlerden haber vermesi ve bunların aynen çıkması. Aynı şekilde, geçmiş ümmetlerden ve onların kıssalarından bahsetmiş olması da, Kur’ân’ın icazına örnek sayılır. Ayrıca, bütün devirlerde, her yerde ve her millete uygulanabilen genel ve eşsiz bir hukuk sistemi ortaya koyması da, ilmî bir mucizedir. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.s) ümmî idi, okuması yazması yoktu. Onun herhangi bir âlim ve mürşidden ders almadığı, hukuk ve kanun okumadığı tarihen sâbittir. O halde, böyle ümmî bir zâtın, Kur’ân-ı Kerim gibi, Arap belâgat ve fesâhatının zirvesinde olan ilahî hikmetlerle dolu eşsiz bir hukuk sistemini, kendi karihâsından meydana getirebilmesi mümkün müdür? İşte Kur’ân-ı Kerim’in bu yöndeki icazını ve onun büyük bir mucize olduğunu aklı selim sahibi herkes rahatlıkla kavrayabilir.<br>
<br>
2- Kur’ân-ı Kerim’in Araplara yönelik bulunan icazına gelince; bu Kur’ân’ın ilâhî lâfzının, "nesir"in alışılmış uslub ve yöntemleriyle tam tamına uyuşmayan; "şiir" in bilinen vezinleriyle de bağdaşmayan kendine mahsus üstün ve parlak nazmıdır. Bunun yanında, Kur’an’ın hayret verici, insanı teshir eden yüce bir belağatı ve eşsiz bir fesahatı vardır. O öyle yüce bir usluba sahiptir ki; ondan, avam olsun, kültürlü olsun veya ihtisas sahibi bir âlim olsun, herkes mutlaka faydalanır ve manevî zevk alır. Eşsiz bir uslup, geniş ve engin bir manâ hazinesi olan Kur’ân-ı Kerim, asırlardır tekrar tekrar meydan okuduğu halde, Arap edebiyatı, belağat ve fesahat üstadları bu güne kadar Kur’ân’ın bir benzerini yapmaktan âciz kalmışlardır. Nitekim bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer kulumuz (Muhammed)’e indirdiğimiz (Kur’ân)’dan şüphe ediyorsanız, haydi siz de ona benzer bir sûre getirin. Allah’tan başka bütün şâhitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın; eğer doğru iseniz (bunu yapın) yok eğer yapamadınızsa, ki yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının" (el-Bakara, 2/23-24). Başka bir âyette; "Deki: Andolsun eğer bütün insan(lar) ve cin(ler) şu Kur’an’ın bir benzerini meydana getirmek için (biraraya gelip) toplansalar yine onun bir benzerini yapamazlar" (el-İsrâ, 17/88) diye meydan okumuyor ve "Yoksa Onu uydurdu mu diyorlar? Hayır, onlar inanmıyorlar. Doğru iseler, haydi onun gibi bir söz meydana getirsinler" (et-Tur, 52/33-34) buyuruluyor.<br>
<br>
Fakat bütün bu meydan okumalara rağmen onlar, hiç bir şey yapamadılar ve Kur’ân’a cevap verme cesareti gösteremediler. Bu âyetler ve bütün Kur’an, asırlardır, değişik anlayış ve inançta bulunan belâğat üstadlarına, şair ve edebiyatçılara meydan okumaya devam ettiği halde, onunla kıyaslamaya yarayacak güzellikte herhangi bir çalışma yapılamamıştır. İşte bu, gözlem ve deneye dayalı ilmî delillerle ortaya konmuş bulunan gerçek, Kur’an’ın ilâhî icazını ve en büyük mucize oluşunu ispat eden belgedir.<br>
<br>
Mucize Dışındaki Diğer Harikalar Bunlar başlıca beş çeşit olup, şöylece özetlenebilir:<br>
<br>
1- İrhas: Peygamber olmaya namzet bir zatın, peygamber olarak gönderileceğine delâlet eden olağanüstü bir hadisedir. Böyle fevkalâde bir hadise, o zata peygamberlik gelmeden önce meydana gelir. Hz. İsa (a.s)’nın daha beşikte iken konuşması, bazı ağaçların ve taşların Peygamber (s.a.s) Efendimize selâm vermesi, bulutun onu gölgelemesi gibi… İrhas da, mucize gibi yalnız peygamberlere mahsus bir harikadır.<br>
<br>
2- Kerâmet: İlâhî emirleri dikkatle yerine getiren, günahlardan titizlikle sakınan ve Allahu Teâlâ’ya çokça ibadet ve taatla yaklaşan, zühd ve takva sahibi bazı büyük zevatta görülen hârikalardır. Allah dostu veli ve evliya diye anılan bu gibi zevâtın, gerektiği zaman "kerâmet" göstermesi, Ehl-i Sünnete göre haktır. Bir çok hikmet ve faydalar vermesi ve etrafındakileri uyarması maksadıyla zühd ve takva sahibi bazı salih mü’minlere verilen bu ilahî lütuf ve ihsan, onların tabi olduğu peygamberlerin bir mucizesi sayılır. Kerâmet, mucize derecesine: veli de, nebinin derecesine asla ulaşamaz. Bu sebeble, keramet peygamberlik davasıyla ve istenilen zamanda gösterilemez.<br>
<br>
3- Meûnet (Yardım, destek): Salih müslümanlardan olduğu halde, halk arasında hali gizli kalmış, iç âlemi anlaşılmayan bilinmeyen; meczup bilinen veya saf dil görünen kimselerden, bir iddiada bulunmadan meydana gelen bazı hârikalardır. Bu hal, sahibinin bazı belâ veya musibetten kurtulmasına ve geçiminin kolaylaşmasına yardımcı olur. Karşılarındaki insanların aklından geçenleri, maksat ve niyetlerini keşfetmek, bir çeşit meûnet sayılır.<br>
<br>
4- İstidrac: Küfrü ve fıskı açık olan bazı kimseler elinde, arzularına uygun olarak meydana gelen hârikalara "istidrac" adı verilir. Bu, Allah Teâlâ’nın, inad, kibir, hased ve ihtirasları sebebiyle yola gelmeyen, münkirlere istediği fırsatı vermesidir ki; kötülüğe ve günah işlemeye devam ederek, daha çok azaba müstahak olmaları hikmetine dayanır. Bu gibi zâlim, fâsık ve inkârcı kimselerin dünya ile ilgili isteklerine, kavuşmaları, arzu ve duaların kabulu, "istidrac" sayılır.<br>
<br>
5- İhanet: (Hakir ve zelil kılmak): Küfrü ve fıskı açık olan bazı kişiler elinde arzu ve isteklerine aykırı olarak meydana gelen bir takım harika olaylardır. Bu hale "hizlan" adı da verilir. Bu tip yalancı ve münkirler elinde meydana gelen menfi hârikalar, Hak Teâlâ’nın onları yalanlamak ve rezil etmeyi dilemesi ile ortaya çıkar. Nitekim rivâyete göre; Peygamberlik, davasında bulunan "Müseylemetü’l Kezzâb" diye anılan yalancı bir sapık, mucize göstermek maksadıyla tek gözü kör bir adama gözü açılsın diye dua etmiş; adamın gören diğer gözü de kör olmuş!<br>
<br>
Sonuç olarak; hârika türlerinden, yalnız kerâmet ve irhas, sahibinin büyüklüğüne ve yüksek derecesine delâlet eder. Sihir ise, dinen haram olup, yukarıda belirtilen sebeblerle, bu hârika çeşitlerinden hiç birine girmez ve dinen hiç bir değer taşımaz. Sihirbazlar dinen makbul kişiler değildir.<br>
<br>
Mucizeler ile Harikalar Arasındaki Fark<br>
<br>
En önemli farklar şunlardır:<br>
<br>
1- Mucize, ancak peygamberlik şerefine mazhar olan Allah’ın sevgili kullan, mümtaz şahsiyetler tarafından ve davalarına uygun olarak meydana gelir. Diğer hârikalarda bu şartlar bulunmaz.<br>
<br>
2- Mucize, genellikle halkın istemesi üzerine gösterilir ve ortaya çıkar. Bu esnada halka, "Bir benzerini de siz getirin" diye meydan okunur ve halk âciz kalarak bir benzerini yapamazlar. Veliler ve diğer harika sahipleri, böyle bir iddiada bulunamazlar.<br>
<br>
3- Mu’cize gösteren peygamberler, her türlü ahlâkî fazilet ve üstün vasıflarla muttasıf birer ahlâk ve fazilet timsali olurlar. O kadar ki, bu halleri de, onların peygamberliklerine delâlet eden birer hârika derecesinde görülür. Bu sebeble, vehbî olan peygamberlik sıfatlarıyla muttasıf olmayanlar, mucize gösteremezler (Fazla bilgi için bk. Şerhu’l-Mevâkıf III, 177-181, Şerhu’l-Makâsıd, II, 130-135, İslâm’da İman ve Esasları 204-220).<br>
<br>
<br>
<br>
Ali Arslan AYDIN</span></font></span>
Mucize Üzerine Bir Tartışma
LeoparGS
Mucize Üzerine Bir Tartışma
Bazen gazetelerde okur veya TV’deki bir haber programında "Beşinci kattan düşen çocuk ölmedi! veya düşen uçaktan burnu kanamadan kurtuldu!” gibi normal(alışık olduğumuz) fizik, kimya ve biyoloji kanunlarıyla izah edilemeyen hadiseleri duyar, daha sonra da buna karşı bir sürü bilim adamının (!) yarış edercesine meseleye bilimsel (!) açıklamalar getirmeye çalışmasını basın-yayın organlarından şaşkınlıkla takip ederiz.
Aşırı zorlamalarla ve tekellüflerle girişilen sözde açıklamaların bütün gayesi, mucize diye bir şey olamayacağı ve herşeyin muhakkak maddî bir sebep-netice münasebeti ile ortaya çıkması gerektiğini -güya- ispatlamaktır. Tabii bunun arkasından da Mukaddes Kitaplarda mucize olarak bahsedilen, harikulade tabiat hadiselerini ya paranormal hâdiseler veya aslı astan olmayan uydurma haberler şeklinde reddetmek gelir.
Hâlbuki bilimi mucizelere karşı bir delil olarak kullanmak mantıkî yönden geçerli değildir ve bu davranışın bizzat bilimin aleyhine bir şekilde neticelenmesi daha muhtemeldir. Zira mucizelerin olabileceğine inanmak, olmadığına inanmak kadar bir tercih ve inanç meselesidir. Neticede bilimin izah adına acziyetini itiraf ettiği durumlar, kendi sahasını zorlamanın bir cezası olarak yine bilime fatura edilecektir.
Aslında bu meselede tartışma zeminini doğru oturtmak ve kavramların tarifini iyi yapmak gerekir. Bu kavramlar içinde pozitif ilim veya bilim diyebileceğimiz deneye ve gözleme dayalı hadiseleri izah tarzının sınırlarının iyi bir şekilde ortaya konulması, aklın güvenilirlik sınırları, zamanın izafîliği ve zorunluluk ile determinizm başta gelir.
Hepimizi aldatan bir mesele yaratılış hızının zaman içindeki izafîliğidir. Meselâ, hergün milyonlarca canlının, ana ve babalarının cinsiyet hücreleri sebep kılınarak yaratılması, zaman içinde geniş bir alana yayıldığından bize çok normal bir hadise gibi gelir. İnsan için bu yaratılış ortalama dokuz ay gibi bir zaman içinde yavaş yavaş olduğundan ve binlerce yıldır artık alıştığımızdan buradaki mucizevî yön gözlerimizden çoğunlukla kaçar. Hâlbuki aynı insanın yaratılışı yine aynı embriyolojik yollardan geçerek hızlandırılmış bir film gibi iki dakika içinde gerçekleşse ve bir kadının karnı iki dakika içinde büyüyüp doğum yapsa aynı hadiseye hemen mucize deriz. Demek ki burada bizi hayrette bırakan asıl olay hadisenin oluşundaki sebep-netice münasebetinden çok meydana gelişindeki izafî hız ve bizim hadiseye alışık olup olmamamızda gizlidir.
Bilimin kendine mevzu olarak aldığı meselelerin dayandığı ölçüler sadece tecrübelerimize ait genellemelerden ibarettir. Kullanılan en büyük kıstas ise beş duyumuza ve sağlam aklımıza dayanan deney ve gözlemdir. Ancak bütün bu sayılanlar teker teker ele alınıp incelendiğinde, gerek aklın ve beş duyumuzun sınırları gerekse de deney ve gözlemin yapıldığı şartların izafîliği bugün birçok teorik fizikçi ve bilim felsefecisi tarafından çok net bir şekilde geniş olarak tartışılmıştır. Meselâ. Peygamberimize ait birçok mucize onlarca gözlemci sahabenin gözü önünde cereyan etmiş, rüya ve sihir gibi ithamlardan uzak tutulması için de meydana gelen harikulade hadise neticesinde ortaya çıkan yemeği veya suyu sahabiler bol bol kullanmışlardır. İki kişi arasındaki küçük bir yalanın bile birkaç günden fazla saklanamadığını ve kendisinin yalanını çıkarmak için bütün düşmanlarının gözlerinin üzerinde olduğunu düşünürsek birçok mucizeden hiçbirinin bile en küçük bir itirazla karşılaşmadan asırlarca gerçek kabul edilmesi Peygamberimizin mucizelerinin doğruluğuna en büyük delillerden biridir.
Eskiden, ilmin bu kadar gelişmediği dönemlerde insanları ilzam etmek ve peygamberlerin doğruluğunu tasdik ettirmek için kullanılan en güçlü delillerden biri mucizelerdi. Hz. İsa’nın babasız olarak dünyaya gelişi, Hz. Musa’nın kavmini yarılan Kızıldeniz’den boğulmadan geçirmesi ve asasının yılan oluşu, Hz. Süleyman’ın hayvanların lisanını bilmesi, çok uzak mesafelerden eşyayı nakletmesi, Hz. İbrahim’in ateşte yanmaması ve Efendimiz (sav)’in büyük mucizeleri olan Miraç hâdisesi ve Ay’ın ikiye yarılması ilk anda aklımıza gelen harikulade vak’alardır.
Ancak günümüzde ortaya çıkan dogmatik ve tutucu pozitivist anlayışın estirdiği bilimsel terör havasından dolayı birçok inanan insan mucizelerden çekinerek bahseder duruma gelmiştir. İnsanlar çevrelerinde meydana gelen her günkü hadiselere o kadar alışmışlar ki bunlara ters gelecek herhangi bir vakaya hemen "peri masalı” veya "uydurma” damgasını vurabiliyorlar. Tarih içinde ortaya çıkan bu ters bakışın önemli bir sebebi, bilimin mühim bir özelliği olan gözlemin yorumdan ayrılmasıdır. Mucizelere inanmayan ve küçümseyenlerin sahip olduğu bu bakış açısının temelleri pozitivizm ve rasyonalizmle birlikte 16. asırda Avrupa’da atıldığından bu durum bütün semavî dinler için sözkonusudur.
16. asırdan önce "nasıl ve niçin” soruları hemen hemen aynı şekilde cevaplandırılırdı: Yeni ağaçlar büyüyebilsin diye tohumlar toprağa düşer; ürünler çıksın ve insanlar yesin diye yağmur yağar gibi. Ancak aynı hadisenin birden fazla şekilde yorumlanabileceği farkedelince mekanizmaya ve tabii hadiselerin önceden tahmin edilebilirliğine dikkat çekildi. Bu da hadiselerde İlahî Kudrete gerek olmadığı (!) şeklinde yorumlandı ve sadece açıklanamayan şeylerde Allah’a ihtiyaç duyma gibi sakat bir anlayışı ortaya çıkardı.
17. asırla birlikte bilim adamları modern anlamda "tabiat kanunları” tabirini kullanıyorlar, ayrıca fizikî ve biyolojik dünyaların kendi kendilerini düzenleyen sistemler olduğuna inanıyorlardı. Allah sadece "ilk sebep” olarak görülüyor ve "tabii kanunları” değiştirerek dünyaya müdahale edebileceği düşünülüyordu. Locke ve Hume, Newton fiziğini kullanarak tabiat kanunlarının değiştirilemeyeceğini, bu yüzden mucizelerin olamayacağını öne sürdüler. 17. asırdaki bir şey yapmaktan aciz bir tanrı inancını ortaya çıkaran ve kâinatın mekanik olarak devam ettiğini ileri süren bu anlayışa rağmen din, 19. asırdaki kadar yara almamıştı.
Batıda 1960’lı yıllar öncesine kadar fizikî belirsizlik düşüncesinden kaynaklanan çok dar bir müdahale sahası bırakılmıştı ve o kadarlık bir inançla tatmin olmanın çarelerini aramakla meşguldüler. Günümüzde ise moleküler biyolojinin ve hücrenin derinliklerine yapılan "keşif gezileri”nin ortaya koyduğu biyolojik belirsizlik, bilhassa sosyobiyolojide ciddi tartışmalara sebep olmaktadır. Levontin’e göre "Eğer sosyal kanunlara model olabilecek, biyolojik kanunları göstereceksek bunlar popülasyon kanunları, tekamül kanunları, organizasyon kanunları seviyesinde olmalıdır, fakat bütün gayretlere rağmen biyolojide bu tür kanunlara rastlanılmamıştır.” Biyolojide istatistiklere göre hüküm verebilirsiniz, fakat hiçbir zaman bir fizik formülünde olduğu gibi kesin rakamlara dayalı ve kâinatın her yerinde geçerli bir rakam elde edilemez, zira canlı sistemler her an değişen kararlı bir dinamik denge içinde hayatiyetlerini sürdürürler. Meselâ elma ağacının yaprağında 763 gözenek vardır veya bir milimetreküp kanda 5.891.633 adet alyuvar vardır diyemeyiz, ancak yuvarlak genellemeler ve ortalamalarla bazı münasebetleri ifade edebiliriz.
Bunları söylemekle beraber mucizelerle ilgili durumu belirsizlik prensibine bağlıyamayız, çünkü cansız olan fizik âlemde, biyolojiye nazaran oldukça sağlam bir belirlilik vardır, meselâ ağaçtan kopan elma yere düşer, çünkü yerçekiminin tesirindedir. Ancak atomaltı partikülleri seviyesine inildiğinde orada da büyük bir belirsizlikle karşılaşırız. Heisenberg’in belirsizlik prensibi bunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu durumda cansızlar âleminde görülen denizin yarılması, Ay’ın ikiye bölünmesi gibi mucizeler için de atomaltı seviyeye inildiğinde fizik kanunlarının belirliliğinden çok belirsizliği ile karşılaşırız. Bütün bunlara rağmen mucizeler yine de belirsizliğe bağlanamaz, kaldı ki buna belirsizlik demek de doğru olmaz; bize göre belirsiz olsa bile Yaratıcı’nın ilmine, iradesine, kudretine ve hür tercihine bağlı bir belirlilik demek daha doğrudur.
Mucizelerin aleyhinde ortak bir tecrübenin ve iddianın oluşması için bütün rivayetlerin yanlış olduğunu söylemek ve mucize olduğunu iddia edenleri yalanlamak gerekir. Halbuki rivayetlerin yanlış olduğuna da mucizelerin olamayacağını düşünerek karar verirler, yani tam bir fâsid daire içinde kalırlar.. Hâlbuki mantıktaki temel bir kaideye göre binlerce yalanlayana karşı bir tek ispatlayan delil kabul edilir. Meselâ bir milyon kişi dünyada siyah kuğu yoktur ve bütün dünyayı aradık deseler, bunlara karşı bir kişinin siyah kuğuyu göstermesiyle iddiaları çürütülür. Peygamberlerin mucizeleri ise çok büyük çoğunlukla kalabalık bir topluluk önünde cereyan etmiş ve asırlardır yalanlanmadan sahih rivayetler halinde gelmiştir.
Hume’un mucizelere saldırmasındaki bakış açısının da mesnetsiz olduğu ortaya çıkarılmıştır. Hume’a göre hadiselerin sadece bir sebebi vardır ve bu tek sebep bilinirse tamamen açıklanabilir. Bu mantıkî olarak hatalı bir görüştür. Aynı hadise farklı birkaç sebeble meydana gelebilir, özellikle farklı varlık tabakalarına ait boyutlarda hadiseye tesir eden sebeblerin hepsinin, bizim anladığımız maddî ölçülerde de olması gerekmez. Aynı nesneye tesir eden farklı mahiyetteki sebepler farklı neticeleri doğuracağı gibi bunun aksi de yani aynı sebeplerin tesiriyle bizim ölçülerimize göre bilinemeyen nesnenin gizli bir mahiyetinden ötürü farklı neticeler elde edilmesi mümkündür. Bu hususlar ise birbiriyle ihtilafa düşmemekte, aksine birbirini tamamlamaktadır. Aynı şekilde bir mucizenin de yanlış bir gözlem veya bilinmeyen bir sebep yerine İlahî bir gücün eseri olarak izah edilmesinde bilimsel (!) olmaya halel getirecek bir durum yoktur. Hem ayrıca böyle bir yorum, zincirleme şekilde sürüp gidecek bir sebep-netice münasebetine de gerek bırakmaz.
Medawar, bilimsel anlayışın sınırı olduğu hususuna şöyle parmak basar: "Bilimin bir sınırı olduğu görüşü, bilimin cevaplayamadığı soruların mevcut olmasından kaynaklanmıştır ve bilimdeki gelişmeler de bu sorulara cevap getirememektedir. Bu hususta Karl Popper’in son sorulan artık çocuklar tarafında” bile sorulmaktadır: Herşey nasıl başladı? Niçin buradayız? Hayatın gayesi ne? Katı ve bağnaz pozitivizm, bu tür soruları soru olarak görmemiş veya sözde soru olarak telakki etmiş, yani hep gözardı etmiştir. Pozitivizme göre bu soruları ancak budalalar sorar ve ancak şarlatanlar cevap verme cüretini gösterirler. Hâlbuki soruları gözardı etmek insanları tatmin etmez, zira bu sorular, hem soranlar hem de cevaplamaya çalışanlar için bir mânâ ifade eder. Evrensel olarak kabul edilmiş bir gerçek vardır ki, bilimin işi bu sorulara cevap vermek değildir. Demek ki bilimsel anlayışın belirli bir sınırı mevcuttur.”
Mucizeler söz konusu olduğunda bu yaklaşımı şu şekilde uygulayabiliriz: Mucizelerin, normal bilimin ölçüleriyle ispatlanması veya inkâr edilmesi mümkün değildir. Bir mucizenin ardındaki mekanizmayı bilsek bile bu onun mucize oluşunu ortadan kaldırmaz. Meselâ birçok biyolojik mucizede harikuladeliklerin temelindeki temel biyolojik mekanizmalar bilindiği halde onların hassasiyeti ve mükemmeliyeti hususunda insan aciz kaldığı müddetçe birer mucize olmaya devam edeceklerdir. Bizim âdiyattan zannedip alıştığımız mucizeler dışında tarihte bir kere olmuş ve insanlar tarafından tekrarı mümkün olmayan mucizeler için önemli olan onların nasıl olduğundan çok nerede ve ne zaman ortaya çıktıklarıdır. Bu durumda bilimin işi daha da güçleşmektedir, zira tarihin geçmiş bir devrinin bütün şartlarını teferruatlı olarak bilmek mümkün olmadığından bilimin bu hususta da söz söylemesi mümkün değildir.
Mucizeleri inkâr eden görüş indirgemeci bir mahiyettedir. İndirgemeci görüşün değeri, taşıdığı işaretler yardımıyla kontrol edilebilir. Bunlar, Jacques Monod’un nihilizmiyle ifade edilmiş ve W.H.Thorpe tarafından teferruatlı bir şekilde cevaplandırılmıştır. Monod gibi mucizeyi inkâr edenlerin düştüğü en büyük çelişki bilim adına tesadüflere ve olmayan zorunluluğa bel bağlamalarıdır. Zorunsuzluk hakkında oldukça doyurucu izahlarda bulunan Emile Boutroux, tabiat kanunları, causalite ve determinizmi sorgularken farklı varlık tabakalarındaki zorunsuzluğu çok güzel bir şekilde izah etmektedir.
Mucizeler hakkındaki geleneksel görüş, mucizenin tabiatı küllî değil genel sebepler çerçevesinde kurup devam ettiren Zât’in, bu sebepleri doğrudan veya ilmin bilemediği sebepler üstü bir sebeple kırarak yarattığı hadiseler olduğudur. O Ayrıca mucizelerde bile sebepler tamamen gözardı edilmemiştir. Meselâ Efendimizin (sav) parmaklarından su akması için az bir su Sahabiler tarafından dökülmüş, yemeğin artması için bir miktar yemek bulunmuştur. Bazı ilahiyatçılar determinizmden çok fazla etkilenerek mucizelerin bulunmadığı bir din ortaya koymaya teşebbüs etmişlerdir. Fakat bu tip gayretler artık dine olan teveccühten dolayı pek rağbet görmemektedir. Ancak burada bir noktaya dikkat etmek gerekir: Bu tür bir görüş hem bilim hem de bilim dünyası hakkında yanlış tahminlere sahip insanlara empoze edilen spekülatif bir oyundur. Bu şekildeki bir anlayışın bilim adamlarına hiçbir faydası olmadığı gibi dine inanan ve onun buyurduğu akidelere iman etmiş insanları da bilimden soğutmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Mucizeler indirgemeci bir anlayışla kolaylıkla inkâr edilebilir ama böyle bir teşebbüs ilmî inkişafa mâni ve ilmin kendi prensiplerine terstir, zira mucizeleri inkâr etmek onları kabul etmekten daha fazla bilimsel değildir. Dolayısıyla onları kabul etmek safdillik olarak görülmemelidir, aksine bilimin bir sınırı olduğunu farketmemize yardımcı olur.
Nitekim mucizelerin bu yönüne Bediüzzaman Hazretleri çok çarpıcı bir şekilde temas ederek onları ilmin ulaşamayacağı son sınır olarak görmüştür. İlmin bu sınıra kadar yaklaşabileceğini müjdelemiş (meselâ, eşyanın ışınlama suretiyle nakledilmesi, kayalardan su çıkması, ölülerin diriltilmesi vs.) ancak bu sınırın insanın gücüyle aşılamayacağını söylemiştir. Düne kadar Miraç hadisesi ilmin dışında telâkki edilebilecek özellikte görülmüş ise de, çok buudlardan, ışınlamadan ve antimaddeden bahsedilen günümüzde bunun inkârı bilim dışılıktan başka bir şey değildir. Nitekim birçok teknolojik buluş geçmişe göre kıyaslandığında birer mucize ölçüsünde görülebilir (yanmayan elbise, seslerin nakli, görüntünün nakli gibi). Ancak bunların son sınırları Allah’ın eli ile peygamberlerin gerçekleştirdiği mucizelerdir. İnanan ilim adamlarının mucizelerden aldıkları ilhamlar ve peygamberlerin teşviği ile bu sınırlara ne kadar yaklaşabildiklerini ise ancak yaşayanlar göreceklerdir."
Prof.Dr. Arif SARSILMAZ
Yanıt: Mucize – İslamda Mucize kavramı
Hoca
katkın için teşekkürler LeoparGS
Soru: Mucize – İslamda Mucize kavramı
maria
< Kudret’in karşıtı olan "acz" kökünden if’al babında "i’caz" masdarından türetilen bir ism-i fail olarak "âciz bırakan, karşı konulamayan, benzeri yapılamayan, hârika" anlamında bir terim Kur’ân-ı Kerim’de, "mucize" anlamında çok defa, "âyet, âyât, beyyine, delil ve delâil" kelimeleri kullanılmıştır Âyet; belli olan bir alâmet, bir şeyi ispat eden delil veya işaret demektir O halde genel olarak mucize ya bir işaret, delil ve ispat manâsına; veya "ilâhî bir haber" yahut "tebliğ edilen kelâm" anlamına gelir Birinci manâ, mucizenin dinî bir terim olarak yapılan tarifine daha uygundur İkinci manâ içine, çok defa Kur’ân âyetleri, bazen de bizzat Kur’an-ı Kerim girmektedir Bu kelimenin, hem ilâhî bir haber olan Allah’ın kelâmı Kur’ân-ı Kerim, hem de, onu tebliğ eden Peygamber (sas)’in risaletini ispat için kullanılmasında önemli bir hikmet vardır O da; ilâhî bir kelâm ve hidâyet rehberi olan Kur’an-ı Kerim’in hak ve gerçek olduğuna bizzat kendisinin en kuvvetli bir delil olmasıdır Nitekim Peygamber Efendimizin her devirde geçerliliğini koruyan en büyük (aklî) mucizesi Kur’ân-ı Kerim’dir Gerçekte mu’cize; tabiat kanunları ve âdetler üstü, fevkalâde, harika bir olaydır Hak Teâlâ onunla inkârcıları, bir benzerini getirmekten âciz bırakır; peygamber olarak seçtiği zâtı tasdik eder, peygamberlik iddiasının doğruluğunu ispat etmek için onda âdetler üstü hârika bir şey gösterir İşte bu, onun peygamberliğini ispat eden bir delil yani bir mucizedir Bir hârika olan mucizenin iki ana özelliği vardır Bunlardan biri; "meydan okumak" diğeri, inkârcıları "âciz bırakmak"tır >
okunması gereken bilinmesi gereken bilgiler. Allah razı olsun
Hoca
Mucize nedir?
Sözlükte aciz bırakan, güçsüz kılan, karşı konulmaz, harika olay, kudretsizlik ve takatsızlık veren iş anlamlarına gelen mucize, dini bir terim olarak, insanların benzerini meydana getirmekten aciz kalacakları, peygamberlik iddiasında bulunan zattan adetin hilafına ve tabiat kanunlarının aksine olarak ve meydan okuma üslubu ile zuhur eden harikulade olay demektir. Peygamberin nübüvvet davasını ispat ve doğrulamak amacıyla gösterilirler. Herhangi bir olayın mucize olabilmesi için onun nübüvvet görevi verilmiş kişilerin elinde ortaya çıkması gerekir. Mucize gerçekte Allah’ın fiilidir, "peygamber mucizesi” denilmesi mecazîdir. Mucizenin, tabiat kanunlarının çok üstünde ve onlara aykırı olması, iddiaya uygun olarak ortaya konulması, bir yalanlama ya da inkârdan sonra meydana gelmesi ve insanoğlunun aciz kaldığı bir olay türünden gerçekleşmesi gerekir.
Peygambere verilen mucizeler, bir yönüyle imanın temel esaslarından olan nübüvvetle, diğer yönüyle de vahiy ile alâkalıdır. Dolayısıyla mucizeye inanmak gerekir: "Dediler ki: ‘Ona, Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!’. De ki: ‘Mucizeler ancak Allah katındadır ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” (Ankebut, 29/50) Muceze akıl bakımından da imkansız değildir. Çünkü her an insanın çevresinde meydana gelen olaylar ve hayatın her alanı mucizelerle doludur. Varlıkların yaratılmaları, ömürleri tamamlanınca yok olmaları ve hayatın kesintisiz olarak devam etmesi bunun en güzel örneğidir. Sürekli müşahede ettiğimiz ve bu nedenle değişmez sandığımız tabiat kanunlarını var eden Allâh’tır. Allâh bu kanunları dilediği zaman, peygamberlerinin peygamberliklerini ispat için değiştirebilir. Bu durumda mucizenin vukuu için aklî bir engel yoktur
@hmet
MUCİZE ne demek? kısaca bilgi
Peygamber olduğunu ileri süren kimsenin elinde doğruluğunu kanıtlamak için Allah tarafından yaratılan hârikulâde olay.
islamda mucize, mucize kavramı yerine kullanılan kelimeler, islama göre mucize