DİĞERGÂMLIK (İsâr)

DİĞERGÂMLIK (İsâr)

ACİLSERVİS
DİĞERGÂMLIK (İsâr) NEDİR
Diğergamlık hakkında ansiklopedik bilgi
İsar ile ilgili geniş bilgiler

Kendisinin ihtiyacı olduğu halde başkasını kendi nefsine tercih etme duygusu,
Cömertliğin bir üst derecesi ve hatta ondan da daha büyük bir fazilet ve davranış. Diğergamlık yani İsâr; bir kimsenin, kendisinin muhtaç olduğu birşeyi başka bir muhtaca vermesi, onu kendine tercih etmesi, başkasını kendinden daha çok düşünmesi demektir. Bu büyük fazilete ulaşanları Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerim’de överek, şöyle buyurmuştur:
"Muhâcirlerden önce, Medine’yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere saygı beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, başkalarını kendi öz canlarına tercih ederler. " (el-Haşr, 59/9).
Ebu Hüreyre’den gelen bir rivâyete göre: "Bir gün Hz. Peygamber’in huzuruna bir adam geldi ve açlıktan takatinin kesildiğini söyledi. Rasûlullah, hanımlarına bu adama bir şeyler vermeleri için haber gönderdi. Hanımları evlerinde sudan başka bir yiyecek bulunmadığını söyleyince Rasûl-i Ekrem:
"-Bu gece bu adamı kim misafir edecek?" dedi. Bunun üzerine Ensâr’dan biri: (Ebu Talha olduğu rivâyet edilmektedir)
-Ya RasûlAllah, ben misafir ederim, dedi. Onu evine götürdü. Evde hanımına yiyecek bir şey bulunup bulunmadığını sordu. Karısı da yalnız çocukların yiyeceği kadar bir şey bulunduğunu söyledi. O da:
"-Öyleyse onları bir şeyle avut, sofraya gelmek isterlerse uyut. Misafirimiz eve gelince lambayı söndür, ona kendimizi de yiyormuş gibi gösterelim," dedi. Sofraya oturdular. Misafir karnını doyurdu. Kendileri karanlıkta yiyormuş gibi davrandılar ve aç yattılar. Sabah olunca ev sahibi Peygamberimiz (s.a.s.)’in yanına gitti. Rasûlullah ona:
"Bu gece misafirinize karşı yaptığınız davranıştan Allah razı oldu. " buyurdu. Allahu Teâlâ da onlar hakkında yukarıdaki âyet-i kerimeyi indirdi. (Riyâzü’s-Salihîn, I, 586-587)
Yermuk savaşında meydana gelen bir olay isar’ın (Diğergamlığın) en güzel bir örneğidir.
Hz. Huzeyfe şöyle anlatıyor: "Yermuk harbinde, yaralılar arasında kalan amcamın oğlunu aramak üzere savaş alanında geziyordum. Yanımda biraz su vardı. Hava da çok sıcaktı. Amcamın oğlunu buldum. Su isteyip istemediğini sordum. Başıyla isterim, dedi. Tam suyu içireceğim sırada öteden birisi, "Ah su", diye inledi. Amcazâdem gitmemi ve suyu ona içirmemi işaret etti. Gittim, baktım ki Âsım’ın oğlu Hişâm. Tam ona su vereceğim sırada başka birisi "Su!" diye inledi. Hişam da suyu içmedi ve beni ona gönderdi. Arayıp buldum, fakat kendisine suyu ulaştırıncaya kadar o şehit olmuştu. Hemen Hişâm’ın yanına koştum, o da şehit olmuştu. Bari suyu amcamın oğluna içireyim diye onun yanına gittim, fakat o da şehit olmuştu. Nihayet su elimde kaldı. Allah hepsine rahmet etsin."
Osman ÇETİN


DİĞergamlik Ve ÎsÂr

mumsema

"Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ "birr”e (hayrın kemâline) eremezsiniz! Her ne infâk ederseniz, Allâh onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân 3/92)

Îsâr, kendi ihtiyâcı olsa bile, zarar ve sıkıntılara katlanarak başkasını kendine tercih etmek, başkasının ihtiyâcını kendi ihtiyâcından önce düşünmektir.
Kerem ve ihsân sâhiplerinin âdeti, îsârda bulunmaktır. Îsârın en güzel örneklerini Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, daha sonra da onun mübârek sohbetinde yetişen Ensâr ve Muhâcirler göstermiştir. Âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde onların bu güzel vasıfları dile getirilmektedir. Cenâb-ı Hakk bu hususta şöyle buyurur:
"Muhâcirlerden önce (Medîne’yi) yurt edinen ve îmâna sarılan Ensâr, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verilen şeylerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde kıvransalar dahî, mümin kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, gerçekten felâha erenler işte onlardır.” (el-Haşr 59/9)
Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlü, Efendimiz ve ashâbının yapmış oldukları hârikulâde cömertlik ve îsârlardır. Bunlardan birisi şöyle cereyan etmiştir:
"Bir adam Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘e gelerek:
– Ben açım, dedi. Allâh’ın Resûlü hanımlarından birine haber göndererek yiyecek bir şeyler istedi. O da:
– Seni peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki evde sudan başka bir şey yok, dedi. Efendimiz bu sefer diğer bir hanımından yiyecek bir şey istedi. O da aynı cevabı verdi. Daha sonra Resûl-i Ekrem, öteki hanımlarından da aynı cevâbı alınca ashâbına dönerek:
"– Bu gece bu şahsı kim misâfir etmek ister?” diye sordu. Ensâr’dan Ebû Talha -radıyallâhu anh-:
– Ben misafir ederim yâ Resûlallâh, diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına:
– Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in misafirini ağırlayalım, dedi. Sonra:
– Evde yiyecek bir şey var mı, diye sordu. Hanımı:
– Hayır, sâdece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var, dedi. Sahâbî:
– Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misâfirimiz içeri girince de lâmbayı bir bahaneyle söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım, dedi.
Sofraya oturdular. Misâfir karnını doyurdu; onlar da aç olarak yattılar. Sabahleyin Ebû Talha Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Onu gören Allâh Resûlü:
«– Bu gece misafirinize yaptıklarınızdan Allâh Teâlâ râzı oldu.» buyurdu .” (Buhârî, Tefsîr, 59/6; Müslim, Eşribe, 172-173)
Peygamber Efendimiz’in yoksul bir kimseyi önce kendisinin ağırlamak istemesi ve bu maksatla bütün hanımlarına ayrı ayrı haber göndermesi, onun ne kadar cömert ve fedakâr bir insan olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan, Allâh Resûlü’nün bütün hanımlarının evlerinde karın doyuracak kadar birkaç lokmanın dahî bulunmaması ne kadar ibretlidir. Kapıya gelen ihtiyaç sâhibini boş çevirmeyen, bir tanecik hurmayla bile olsa yoksulun gönlünü alan muhterem vâlidelerimiz, belki de o günkü rızıklarını bir başka fakire vermişlerdi.
Âyet-i kerîmenin diğer sebeb-i nüzûlü ise şöyledir:
"Resûlullâh Efendimiz’in sahabîlerinden birine bir koyun başı hediye edilmişti. O da; «Kardeşim falan ve ailesi buna bizden daha fazla muhtaçtır.» dedi ve hediyeyi o kardeşine gönderdi. O da bir başkasına… Derken hediye bu suretle tam yedi ev dolaştı ve nihâyet yine ilk sahâbîye dönüp geldi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu. (Hâkim, II, 526)
Âyet-i kerîmenin üçüncü bir iniş sebebi de şu hâdisedir:
"Allâh Resûlü, Beni Nadîr’den alınan ganimetleri Muhâcirlere taksim etmiş, Ensâr’dan da ihtiyâcı olan üç kişiden başkasına vermemişti. Daha sonra Ensâr’a hitap ederek:
«– Dilerseniz daha önce Muhâcirler’e verdikleriniz onlarda kalır, siz de bu ganimetten pay alırsınız. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep eder, bu ganimetin tamamını onlara bırakırsınız.» buyurdu. Bunun üzerine Ensâr -radıyallâhu anhüm ecmaîn- şu muhteşem cevâbı verdiler:
– Hem mallarımızdan ve evlerimizden onlara hisse veririz, hem de ganimeti onlara bırakır, kendilerine ortak olmayız. (Râzî, XXIX, 250; Kurtubî, XVIII, 25)
Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Ensâr’ın bu meziyetini şöyle medhetmiştir:
"– Gördüğüm kadarıyla siz gazâya ve muhtaçlara yardıma çağrıldığınız zaman çoğalıyor, akın akın geliyorsunuz; dünyalık bir şey verilmek üzere çağrıldığınızda ise azalıyor, müstağnî davranıyorsunuz.” (Ali el-Müttakî, XIV, 66)
Ashâb-ı kirâmın hayatında böyle nice îsâr örnekleri vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak onları; "Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esîre yedirirler. «Biz sizi Allâh rızası için doyuruyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den korkarız.» (derler) . İşte bu yüzden Allâh onları o günün fenâlığından korur; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sürûr verir.” (el-İnsân 76/8-11) şeklinde medhetmiş ve müjdelemiştir.
Onlar, bu dereceye varan îsârlarını hiç şüphesiz Âlemlerin Efendisi’nden öğrenmişlerdi. Onun îsâr ve diğergamlığına erişmek mümkün değildir. Şeref dolu hayâtında bunun pek çok misâli mevcuttur. Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
"Bir kadın dokuduğu bürdeyi (hırkayı) Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘e getirip verdi ve:
– Bunu giyesin diye kendi ellerimle dokudum, dedi. Böyle bir elbiseye ihtiyâcı olan Allâh Resûlü onu aldı ve giyinip yanımıza geldi. Bunu gören bir kimse Efendimiz’e:
– Ne kadar da güzelmiş! Bunu ver de ben giyeyim, dedi. Resûl-i Ekrem:
«– Peki!» dedi. Orada biraz oturduktan sonra evine döndü. Kumaşı katlayıp adama gönderdi. Ashâb-ı kirâm o sahâbîye:
– Hiç de iyi yapmadın. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- ihtiyâcı olduğu için onu giymişti. Üstelik sen Efendimiz’in, kendisinden bir şey isteyeni geri çevirmediğini bile bile istedin, dediler. O şahıs:
– Vallâhi ben onu giymek için değil, kendime kefen yapmak için istedim, dedi. Daha sonra o kumaş bu zâtın kefeni oldu.” (Buhârî, Libâs, 18; Edeb, 39)
Burada da olduğu gibi Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- muhtaç birini gördüğünde onu kendisine tercih ederdi. Zarûrî ihtiyaçların hâriçindeki şeylerin daha muhtaç olanlara verilmesini isterdi. Yani o, sâhip olduğu her şeyi paylaşmayı, hatta başkasını kendisine tercih etmeyi esas kabul etmiş ve; "İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” (Buhârî, Et’ime, 11) buyurarak vermenin kazandırdığı berekete dikkat çekmiştir. Onun nazarında bir mala hakîkî mânâda sâhip olmak, onu infâk ederek ebedî hayâta göndermekle mümkündü. Zîrâ Resûl-i Müctebâ Efendimiz Cenâb-ı Hakk’ın, kendisi için sarfedilen malı muhâfaza edip büyüteceğini ve âhirette fazlasıyla sâhibine geri vereceğini bildirmiştir. ( Müslim, Zekât, 63) Nitekim birgün koyun kesmiş ve etinin fakir fukarâya dağıtılmasını istemişti. Bir ara âilesine:
"– Ondan geriye ne kaldı?” diye sordu. Âişe vâlidemiz:
– Sâdece bir kürek kemiği kaldı, dedi. Buna mukâbil Rasûl-i Ekrem Efendimiz Allâh için îsârda bulunmanın zirvesini gösteren şu ibretli cevâbı verdi:
"– Desene bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” (Tirmizî, Kıyâmet, 33)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, paylaşanları ve mü’min kardeşini kendisine tercih edenleri takdir eder ve onları severdi. Bunu ifâde eden bir hadis-i şerifleri şöyledir; "Eş’arî kabîlesinden olanlar, gazâda azıkları tükenmeye yüz tuttuğu veya Medine’de âilelerinin yiyeceği azaldığı zaman, yanlarında ne varsa getirip bir yaygıya dökerler. Sonra bunu bir kapla aralarında eşit olarak paylaşırlar. İşte bu sebeple Eş’arîler bendendir, ben de onlardanım.” (Buhârî, Şirket, 1; Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 167)
Âişe -radıyallâhu anhâ-‘nın şu müşâhedesi Resûl-i Ekrem Efendimiz’in diğergam insanlara bakışını ve onların Cenâb-ı Hak tarafından nâil olacakları ikrâm ve ihsânları ortaya koymaktadır:
"Sırtına iki çocuğunu almış yoksul bir kadın çıkageldi. Ona üç hurma verdim. O da çocuklarına birer hurma verdi. Öteki hurmayı yemek için ağzına götürmüştü ki çocukları onu da istediler. Kadıncağız yemek istediği bu hurmayı çocuklarına bölüştürdü. Onun bu tavrına hayran kaldım ve yaptığını Resûlullâh’a anlattım. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
«Bu hareketi sebebiyle Allâh Teâlâ o kadına mutlaka cenneti vermiş veya bu sebeple onu cehennemden âzâd etmiştir.» ” (Müslim, Birr, 148)
İslâm’ın emrettiği diğergamlık ve îsâr, asr-ı saâdetteki insanlara cennet hayatı yaşatmıştır. Ancak ashâb-ı kiram, yaşadıkları bu ulvî infak hayatını dahi az görmüşler ve daha fazlasını yapamadıkları için hayıflanmışlardır. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- asr-ı saâdette yaşanan diğergamlığı ve mevcut rûhî kıvâmı şu sözleri ile ne güzel ortaya koymaktadır:
"Biz öyle zamanlar gördük ki içimizden hiç kimse kendisinin altın ve gümüşe, Müslüman kardeşinden daha çok hak sâhibi olduğunu düşünmezdi. Şimdi öyle bir devirdeyiz ki altın ve gümüşü Müslüman kardeşimizden daha çok seviyoruz.” (Heysemî, X, 285)
İbn-i Ömer’in şikâyet ettiği zamanda yaşanmış diğergamlık örneklerini dinlediğimizde hayran kalmakta ve gıpta etmekteyiz. Yermük savaşında yaralı vaziyette yerde kıvranan ve susuzluktan kavrulan Hâris bin Hişâm, İkrime bin Ebî Cehl, Iyâş bin Ebî Rebîa -radıyallâhu anhüm-‘ün kendilerine verilen suyu, tam içmek üzere iken birbirlerine gönderişleri, nihâyetinde üçünün de bir damla su içemeden Yüce Rablerine kavuşmaları, ne müthiş bir diğergâmlık örneğidir. (Hâkim, III, 270) Böyle bir îsârı târih bugüne kadar hiç görmemiş, belki de ebediyyen göremeyecektir.

Bu fedâkâr yiğitler Allâh Resûlü’nün terbiyesinde yetişmiş ve îmânın hakîkatini de ondan öğrenmişlerdi. Bu sebeple, en tahammül edilmez bir zamanda dahî kendilerine gelen suyu, kardeşlerine ikrâm ederek ebedî hayatta kana kana içmek üzere Kevser’e katmışlardı.
Meşhur sûfî aleyhtarı Gulam Halil, tüm sûfîlere karşı hasmâne bir tutum sergilemekteydi. Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî (v. 295) ‘nin de aralarında bulunduğu bir grup sûfiyi tutuklatıp hilâfet merkezine sevketti. Dönemin Abbâsî halîfesi tarafından çıkarılan bir fermanla idamlarına karar verildi. Cellat, dervişlerden birinin boynunu vuracağı anda Ebu’l-Hüseyin en-Nûrî, neşeli ve gönüllü olarak öne atıldı. Halk bu harekete taaccüp etti. Cellat:
– Ey civânmert! Sen öne atılıyorsun ama bu kılıç o kadar rağbet edilecek bir şey değildir. Henüz sana sıra gelmedi, neden acele ediyorsun, dedi. en-Nûrî:
– Benim yolum îsâr üzerine kurulmuştur. En aziz ve değerli şey hayattır. Şu birkaç nefes alacak vakti, kardeşlerimin biraz daha fazla yaşamaları için fedâ etmek istiyorum. Zira dünyadaki bir nefes alacak kadar vakit benim için âhiretteki bin yıldan daha sevimli ve daha değerlidir. Çünkü burası hizmet yeridir, orası ise kurbet ve Allâh’a yakın olma mahallidir. Kurbet de hizmetle elde edilir. Buna rağmen şu birkaç nefesimi de dostlarıma fedâ ediyorum, dedi. ( Hucvurî, s. 302)
Osman Gazi’nin vefâtı üzerine, âhilerin ve beyliğin ileri gelenlerinin desteğini alan ve an’aneye göre tahta geçmesi gereken büyük oğul Alaaddin Bey, kardeşi Orhan beyi kendisine tercih etmiş ve onun bey olmasını istemişti. Onu takdim ederken de şöyle dedi:
– Kardeşim! Atamızın duâsı ve himmeti seninledir. Hayatta iken ordunun komutasını sana vermişti. Dolayısıyla beylik sana âittir.
Bu büyük îsârı gösteren Alaaddin Bey, Orhan Gazi’nin en büyük destekçisi olmuş, Rumeli diyarının fethedilmesine öncülük yapmış ve şehâdetle hayatını noktalamıştır. (Ziya Nur Aksun, I, 36)
Yukarıdaki misaller ile günümüz insanı arasındaki fark gerçekten dikkat çekicidir. "İnsan insanın kurdudur.” anlayışının hüküm sürdüğü, paylaşmanın unutulup bencilliğin kol gezdiği, verirken bile gösteriş ve beklentinin ön plâna çıktığı günümüzde, çözülmenin nereden kaynaklandığı âşikârdır. Peygamberî ahlâkın en mühim unsurlarından biri olan diğergamlık ve îsâr unutulmuş ve insanlar birbirlerini Allâh için değil menfaatleri icabı sever olmuşlardır.
Bu geçici dünyâda başkalarını tercih etmemiz demek, hakîkî hayatta kendimize güzel bir yer hazırlamamız anlamina gelmektedir. Server-i Asfiyâ Efendimiz böyle yaşadı, ashâb-ı güzîni de ona tâbî oldular. Bize düşen de onlara yaklaşabilme gayreti içinde olmaktır.


Yanıt: DİĞERGÂMLIK (İsâr)

suara
Diğergâmlık; kendisinin ihtiyacı olduğu halde başkasını kendi nefsine tercih etme duygusudur…

paylasimlar için Allah razı olsun.Rabbim hepimizi bu digergam insanlardan olabilmeyi nasib etsin insAllah..


Cevap: DİĞERGÂMLIK (İsâr)

imam
Diğergamlığı çok güzel izah etmiş ACİLSERVİS


Muhammed
Diğergamlık Ne demektir Kısaca sözlük anlamı

Kişinin kendi benliğini yok sayarak hareket etmesi fikridir.


Muhammed
İ’SÂR Ne Demektir?

ÎSÂR (الإيثار)

Başkaları için özveride bulunma anlamında ahlâk terimi.

Sözlükte bir şeyi veya bir kimseyi diğerine üstün tutma, tercih etme mânasına gelen îsâr ahlâk terimi olarak bir kimsenin, kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sahip olduğu imkânları başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması, başkasının yararı için fedakârlıkta bulunması demektir. Cürcânî îsârı, kişinin başkasının yarar ve çıkarını kendi çıkarına tercih etmesi veya bir zarardan öncelikle onu koruması şeklinde tarif ederek bu anlayışın din kardeşliğinin en ileri derecesi olduğunu belirtir. Îsâr anlamında Batı dillerinde kullanılan altrüizm karşılığında modern Arapça’da daha çok gayriyye, Türkçe’de diğerkâmlık ve özgecilik terimleri kullanılmaktadır. Bir kimsenin cömertlikte îsâr derecesine ulaşabilmesi için ikram ettiği şeye kendisinin fiilen muhtaç durumda bulunması şart değildir; önemli olan, muhtaç olsa dahi başkasını kendisine tercih edebilecek bir ahlâk anlayışına ve irade gücüne sahip bulunmasıdır.

Îsâr kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de dört âyette (Yûsuf 12/91; Tâhâ 20/72; en-Nâziât 79/38; el-A’lâ 87/16) sözlük mânasında, bir âyette de (el-Haşr 59/9) terim anlamında kullanılmıştır. Kelime aynı mânada hadislerde de geçmektedir (bk. Wensinck, el-MuǾcem, eşr md.). Îsârın terim anlamına esas olarak gösterilen âyette, bütün mal varlıklarını Mekke’de bırakarak Medine’ye göç etmek zorunda kalan Hz. Peygamber’i ve diğer muhacirleri şefkatle kucaklayıp mal varlıklarını onlarla paylaşmaktan çekinmeyen Medineli müslümanlar (ensar) övgüyle anılmakta, âyette onların şahsında müslüman toplumun bazı temel mânevî ve ahlâkî özelliklerine temas edilmektedir. Buna göre müslümanlar öncelikle imanı gönüllerine yerleştirmişlerdir; ayrıca muhacirler gibi zor durumda kalıp kendi beldelerine gelenleri severler; din kardeşlerine kendilerinden daha fazla imkân sağlanmasından dolayı içlerinde kıskançlık duymazlar; nihayet ihtiyaç içinde olsalar dahi onları kendilerine tercih eder, şahsî menfaatlerinden, zevklerinden fedakârlıkta bulunurlar. Âyetin son kısmında, nefsinin cimrilik eğilimlerinden kendini koruyabilenlere ebedî kurtuluşu kazanacakları müjdelenirken dolaylı olarak îsârın bu yöndeki psikolojik etkisine de işaret edilmektedir (Kurtubî, XVIII, 27).

Bu âyet münasebetiyle îsâr kavramı tefsirlerde, âhiret saadetini elde etme arzusuyla başkasının iyiliğini ve mutluluğunu kendine ve kendi zevklerine tercih etmek, başkasının ihtiyacını kendi ihtiyaçlarından daha önde tutmak şeklinde açıklanıp bir cömertlik derecesi olarak gösterilmektedir (İbn Kesîr, III, 474; Şevkânî, V, 232). Kaynaklarda cömertliğin sehâ, cûd ve îsâr olarak başlıca üç derecesi bulunduğu belirtilir. Buna göre bir kimsenin elindeki imkânların en çok yarısını başkasına ikram etmesine sehâ (sehâvet), çoğunu vermesine cûd, imkânlarının tamamını başkaları için kullanmasına da îsâr denir (Kuşeyrî, II, 502). Gazzâlî, cömertliği Allah’ın ahlâkî sıfatlarından biri şeklinde tanımlamakta, cömertliğin en yüksek derecesinin de îsâr olduğunu ifade etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’in çok yüce bir ahlâka sahip olduğu bildirildiğine göre îsâr aynı zamanda Resûlullah’ın ahlâkının da bir unsurudur. Ancak diğer erdemli davranışlarda olduğu gibi îsârın da belirtilen ahlâkî değeri kazanabilmesi için maddî veya mânevî bir karşılık beklenmeden sırf Allah rızâsı ve insan sevgisinden dolayı yapılması gerekir. Çünkü iyilik karşılığında teşekkür veya övgü bekleyen kişi cömertlik değil alışveriş yapmış sayılır (İĥyâǿ, III, 260).

Kaynaklarda, bir kimsenin sıkıntı içinde bulunmasına rağmen imkânlarını başkası için kullanıp nefsini mahrum bırakmasının câiz olup olmadığı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Çoğunluğun benimsediği görüşe göre mahrumiyet ve sıkıntıya sabredebilenler için îsâr, halinden şikâyet edecek veya başkalarına el açabilecek yapıda olanlar için malına sahip olmak (imsak) daha hayırlıdır (Kurtubî, XVIII, 28). Nitekim Hz. Peygamber, bir kimsenin elindeki imkânların tamamını muhtaçlara verip sonra da başkalarından yardım istemesini kınamıştır (Dârimî, Zekât , 25). Ayrıca bir müslümanın malının üçte birinden fazlasını vasiyet etmesini yasaklayan hüküm dikkate alınarak (Buhârî, Veśâyâ , 3; Tirmizî, Veśâyâ , 1) aile fertlerini maddî sıkıntıyla karşı karşıya bırakacak derecede tasaddukta bulunmanın doğru olmadığı sonucuna varılabilir. Resûl-i Ekrem konuyla ilgili hadislerinin birinde şöyle demiştir: Arkanda zengin vârisler bırakman, onları insanların elindekine göz dikecek derecede yoksul bırakmandan daha iyidir. Eşinin ağzına verdiğin bir lokma dahil olmak üzere iyilik olarak yaptığın her harcama sadakadır (Buhârî, Veśâyâ , 2; Müslim, Vaśıyye , 5, 8).

Îsâr kavramı genellikle malî fedakârlıklar için kullanılmakla birlikte bazı kaynaklarda can ile îsâr dan, yani kişinin sevdiği bir kimse için kendi rahatını, huzurunu, hatta hayatını feda etmeyi göze almasından da söz edilmekte ve bunun malla îsârdan daha faziletli olduğu belirtilmektedir. Bundan dolayı tasavvufta sevgi kısaca îsâr olarak da tanımlanır. Çünkü en yüksek derecede sevgi, seven kişinin gerektiğinde sevdiği için canını feda etmeyi göze almasını sağlar. Kaynaklarda, Mısır azizinin eşinin Hz. Yûsuf’a duyduğu derin sevgi (Yûsuf 12/23-32) bunun ne kadar ulvî bir duygu olduğuna örnek gösterilir. Uhud Gazvesi’nde İslâm ordusunun geçici olarak bozguna uğradığı sırada bazı müminlerin Hz. Peygamber’in hayatını korumak için kendi hayatlarını ortaya koymaları da can ile îsâr için örnek gösterilir. Bu arada Ebû Talha adlı sahâbînin kendini Resûlullah’a siper etmesi ve onu korurken yaralanması (Müsned, III, 265, 286; Buhârî, Cihâd , 80, Menâķıbü’l-enśâr , 18) özverinin en güzel örneklerinden biri olarak anılır.

Batı ahlâk felsefesinde David Hume, Jeremy Bentham, John Stuart Mill, Henri Spencer, William James gibi faydacı filozoflar insanın aslî tabiatında bencil duyguların hâkim olduğunu, toplumsal gelişme ilerledikçe bu duyguların karmaşık bir yapı değişikliği süreci sonunda altrüist duygulara dönüştüğünü ileri sürerken altrüizmin en önemli temsilcisi olan Auguste Comte, tam aksine insanın fıtratında altrüist duyguların esas olduğunu düşünmüştür. Thomas Hobbes, Arthur Schopenhauer, Max Stirner, Frederic Nietzsche gibi filozoflar ise çok daha köklü bir egoizmi ve bireyciliği savunmuşlardır. İslâm dünyasında bu sonuncu türde bir felsefeye pek rastlanmaz. Fakat kesin bir ayırıma gidildiğini söylemek güç olmakla birlikte Ehl-i sünnet’in faydacı görüşe, Mu’tezile’nin de altrüist görüşe daha yakın olduğu kabul edilebilir. Gazzâlî, ilke olarak insandaki altrüist duyguları ben merkezli eğilimlere bağlar (Çağrıcı, s. 139-143). İnsanın temelde kendini sevdiğini, İnsan ihsanın kuludur şeklindeki atasözünün de belirttiği gibi kendisine iyilik edenleri de sevmekle birlikte bu sevginin merkezinde yine kendi beninin bulunduğunu ifade eder. Ancak ahlâkî ve estetik duyarlığı gelişmiş insanlar iyilik ve güzellik gibi üst değerleri severler; buna karşılık değerlerin yeterince kavranıp hazmedilmediği durumlarda sevgi ben merkezlidir (İĥyâǿ, IV, 299-306; ayrıca bk. CÖMERTLİK; İHSAN).

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, eşr md.; et-TaǾrîfât, el-îşâr md.; Wensinck, el-MuǾcem, eşr md.; Müsned, III, 265, 286; Dârimî, Zekât , 25; Buhârî, Veśâyâ , 2, 3, Cihâd , 80, Menâķıbü’l-enśâr , 18; Müslim, Vaśıyye , 5, 8; Tirmizî, Veśâyâ , 1; Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire 1385/1966, II, 502; Gazzâlî, İĥyâǿ (Beyrut), III, 257, 260; IV, 299-306; Kurtubî, el-CâmiǾ, XVIII, 23-32; İbn Kesîr, Muħtaśaru Tefsîri İbn Keŝîr (nşr. Muhammed Ali es-Sâbûnî), Beyrut 1402/1981, III, 474; Şevkânî, Fetĥu’l-ķadîr, Beyrut 1412/1991, V, 232; R. Le Senne, Traité de morale générale, Paris 1947, tür.yer.; Mustafa Çağrıcı, Gazzâlî’ye Göre İslâm Ahlâkı, İstanbul 1982, s. 139-143.
(bk. NAFAKA).
Mustafa Çağrıcı


diğergam ne demek, diğergamlık ne demek, diğergam nedir

Yorum yapın

1melek.com petinya.net Kompozisyon/ !function(){"use strict";if("querySelector"in document&&"addEventListener"in window){var e=document.body;e.addEventListener("mousedown",function(){e.classList.add("using-mouse")}),e.addEventListener("keydown",function(){e.classList.remove("using-mouse")})}}();