Saygı Ve Hürmet âdâbı

Saygı Ve Hürmet âdâbı

Zenan
SAYGI VE HÜRMET ÂDÂBI

Âlemi Hızır bil bâtın u zâhir
Olayım der isen bu yolda mâhir
Harabât ehline hor bakma zâkir
Defîneye mâlik virâneler var.
İbrahim Hakkı Erzurûmî

Aynı toplumda yaşayan insanlar, gerek sâhip oldukları maddî ve mânevî imkânlar açısından, gerekse cinsiyet itibariyle farklılık arzederler.

Ancak bu farklılıklara rağmen hepsi de insan olma vasfında eşittirler. Yani birlikte yaşamak zorunda olan fertlerin, birbirlerinin haklarına riâyet etmesi, karşılıklı saygı ve anlayış içerisinde hayatlarını devam ettirmesi, insan olmalarının bir gereğidir.

Dînimizin bu husûstaki emir ve tavsiyeleri ise meseleyi çok daha ciddî kılmaktadır. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki:

Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir. (Tirmizî, Birr, 15)

Hadis-i şerif, küçüğe sevgi, büyüğe saygı göstermenin, Müslümanların temel ahlâkî vasfı olduğunu ortaya koymaktadır.

Bir toplumun bekâsında, sevgi ve saygı hayatî önem taşıyan iki temel esâstır. Ancak konumuzla doğrudan alâkalı olması bakımından saygı ve hürmet denilince, öncelikle küçüğün büyüğe karşı davranışı akla gelmektedir.

Dolayısıyla burada bilhassa hadisin ikinci kısmının altını çizmek gerekir.

O da şudur; büyüklerimize saygı duymayan, büyüklerin şerefini korumayan ve büyüklerin hakkını gözetmeyen hakiki ve kâmil bir Müslüman olamaz.

Büyüklere saygı ve hürmete çağıran bir başka hadis-i şerifte ise Efendimiz, şöyle buyurmaktadır:

Allâh Teâlâ, yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösteren gence, yaşlılığında hizmet edecek kimseler lutfeder . (Tirmizî, Birr, 75)

Bilinen bir gerçektir ki, bugün yaşlı olan dün genç idi. Yine bugün genç olan da Allâh ömür verdiği takdirde yarın yaşlanacaktır.

Cemiyette saygı geleneğinin nesiller boyu yaşatılması, herkesin bir önceki nesle mensup insanlara, sırf büyük olmaları sebebiyle hürmetkâr davranmalarına bağlıdır.

Peygamberimiz bu hadis-i şerifte yaşlı insanlara hürmet edenlere, Hak Teâlâ’nın yaşlılıklarında kendilerine hizmet edecek kimseler lutfetmek sûretiyle ikrâmda bulunacağını bildirmektedir.

Bunun anlamı, yaşlılara saygı gösteren gençlerin bu hareketinin karşılıksız kalmayacağıdır. Zîra saygı beklenmez, kazanılır.

Ayrıca hadiste, yaşlı kişilere saygı gösterenlerin uzun ömürlü olacaklarına da bir işâret bulunmaktadır.

O hâlde her Müslümanın kendisinden yaşça büyük olanları dikkate alması, onlara gerekli saygıyı göstermesi ve yapabileceği hizmeti sunması gerekmektedir.

Böyle yapılırsa toplum kesimleri arasındaki sevgi saygı bağları pekiştirilmiş olur. Nesiller mutlu ve sıcak bir ilgi ortamında hayatlarını sürdürürler.

Müslüman bütün mahlûkâta karşı saygılıdır.

Hattâ o zâhiren saygı ve hürmete lâyık olmayan kötü ahlâklı kimselere karşı, saygıyı tâlim etme niyetiyle hürmetkâr davranır.

Nitekim Cenâb-ı Hak seçkin kullarının hasletlerini sayarken onların, kendilerine câhilce muâmelede bulunan kimselere karşı bile mülâyim davrandıklarını ve Diyelim sûfi-i nâdâna ıraktan yâ hû hikmetince selâmetle deyip geçtiklerini beyân buyurmaktadır.

Yine Allâh Teâlâ ‘nın Hz. Mûsâ’yı Firavun’a gönderirken ona yumuşak söz söylemesini emretmesi, saygılı davranmanın en katı kalplerin bile husûmetini azaltacağını ve onları daha saygılı kılacağını göstermektedir.

Saygı göstermenin âdâbıyla alâkalı örnekler verecek olursak, herhangi bir ikrâmda sağ taraf gözetilmek sûretiyle büyükten başlanmalı veya aynı mecliste büyüklerin konuşması lâzım gelen husûslarda küçükler öne çıkmamalıdır.

Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor ki; Rüyamda dişlerimi misvaklıyordum. Derken beni, biri diğerinden daha yaşlı iki adam çekiverdi. Ben misvakı küçüğüne vermek istedim. Ancak bana, «büyüğe ver» denildi. Ben de büyüğe verdim. (Müslim, Rü’yâ, 19)


Cevap: Saygı Ve Hürmet âdâbı

Zenan
Burada, muhtemelen bu iki kişi aynı tarafta olmaları sebebiyle Efendimiz kendisine en yakın olana misvağı uzatmış, ancak Cebrâil tarafından uyarılarak, misvağı yaşça büyük olana vermesi istenmiştir.

Olayın rüyada cereyân etmesi ise hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü peygamberlerin rüyaları sahihtir.

Sehl bin Ebî Hasme -radıyallâhu anh- anlatıyor; "Abdullah bin Sehl ve Muhayyısa bin Mes’ûd, barış günlerinde Hayber’e gitmişlerdi.

İşlerini görmek için birbirlerinden ayrıldılar. Muhayyısa, buluşma yerine geldiğinde arkadaşını bulamadı. Onu aradı ve bir çukurda kanlar içinde ölü olarak buldu.

Çevredeki insanların yardımı ile çıkardı ve defnetti. Sonra Medine’ye döndü.

Abdullah’ın kardeşi Abdurrahman bin Sehl durumu öğrenince, yanına Mes’ûd’un oğulları Muhayyısa ve Huvayyısa’yı da alarak Peygamber Efendimiz ‘e gitti.

Oradakilerin yaşça en küçüğü olan Abdurrahman, olayı anlatmaya başladı.

Bunun üzerine Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

"Sözü büyüklerine bırak, sözü büyüklerine bırak!” buyurdu. Abdurrahman sustu, olayı ötekiler anlattı.” (Buhârî, Cizye, 12)


Görüldüğü gibi burada yaş bakımından en küçükleri olmasına rağmen maktûlün kardeşi Abdurrahman, olayı anlatmak üzere söze başlamış, ancak Allâh Resûlü, büyüklerin hakkını gözetmek gerektiğine dikkat çekerek "Sözü büyüklerine bırak” buyurmuştur.

Olayın, konumuzu ilgilendiren noktası da burasıdır.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- su veya süt gibi bir şey içtiği zaman, hepsini içmez bir miktar bırakır, onu da sağ tarafında bulunana ikrâm ederdi.

Sağ yanındaki yaşça küçük biri ise ondan izin almak sûretiyle sol yanındakilere ikrâm ederdi. Onun sünneti böyle idi.

Saygı ve hürmet gösterilecekler arasında büyükler yanında, ilmiyle âmil Kur’ân hafızları ve âdil hükümdarlar da bulunmaktadır.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

"Saçı sakalı ağarmış Müslümana, okuyuşunda (teğannî ile) aşırı gitmeyip, ahkâmıyla amel eden Kur’an hâfızına ve âdil hükümdara saygı göstermek, Allâh Teâlâ’ya duyulan saygı ve ta’zîmden ileri gelir. ” (Ebû Dâvûd, Edeb, 20)


Câbir -radıyallâhu anh-‘den rivâyet edildiğine göre Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Uhud Gazvesi’nde şehid düşenleri her mezara iki kişi konacak şekilde bir araya getirtti ve sonra:

"– Bunların hangisi daha çok Kur’ân bilirdi?” diye sordu.

Neticede şehidlerden hangisi gösterildiyse, Efendimiz onu kıbleye doğru ön tarafa koydu. (Buhâri, Cenâiz, 73, 76)

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu tür tavsiye ve uygulamalarıyla bilhassa Kur’an bilgisine sâhip olana saygının, sâdece yaşarken değil, ölümden sonra da geçerli ve gerekli olduğuna dikkat çekmiştir.

Ayrıca Kur’an-ı Kerîm’de; "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? ” (ez-Zümer 39/9) buyrulmak sûretiyle genel anlamda ulemânın hürmete lâyık olduğuna da vurgu yapılmaktadır.

Dolayısıyla âlimlere derecelerine göre saygı gösterilmeli, toplumda bilginin ve bilen insanların saygınlığı korunmalıdır.

Müslüman âlimler ve ârifler bunun pek güzel nümûnelerini sergilemişlerdir. MUHAMMED Parsâ hazretleri "Altın silsile”deki pîrlerinin isimlerini sırayla zikrettikten sonra onlara olan muhabbet ve hürmetini ifâde etmek üzere şöyle duâ ederdi:

" Allâh Teâlâ bizi onların muhabbeti ile yaşatsın, bu muhabbet üzere öldürsün ve mahşerde onlarla birlikte haşretsin.

Onların bereketi hürmetine bizi rızâsı, likâsı, cennet ve cemâliyle rızıklandırsın.”


Yanıt: Saygı Ve Hürmet âdâbı

Zenan
Aslında "bilen kişi” hak ettiği şekilde itibar görmese bile, bir şey kaybetmez. Zîra "ilim” bizâtihi bir değerdir.

Ancak değerin kıymetini bilmeyen toplumlar, yeni değerler üretemez ve bu nankörlüklerini pahalıya öderler. İslâm toplumunda ise değere saygı esastır.

Herkese lâyık olduğu mevki verilir. Bilen ile bilmeyen asla bir tutulmaz. Bu sebeple Müslümanlar katında, her bilgi sâhibi hürmete şâyândır.

Ancak âlimlerin de ihraz ettikleri mevkînin haysiyetini korumaları gerekir.

Osmanlı Şeyhülislâmı, öpmek için eğilip eline sarıldığında Abdülhamit Hân’ın söylediği şu sözler ne kadar mühimdir:

"Şeyhülislam Efendi, başınızı kaldırınız! Zîrâ bulunduğunuz makâmı temsil eden başınızdaki sarık, hiçbir zaman eğilmemelidir. (Necip Fazıl, s. 16)

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki "bilenler”, ilim sâhibi olup bilgileriyle amel edenler, yani ilimlerini yaşayanlardır.

İlmiyle amil olmayıp, ondan yararlanmayanlar ise, "bilmeyenler, câhiller” gibidirler.

O hâlde toplum içinde görecekleri îtibar ve muâmele de ona göre olacaktır.

Hâsılı insan olma yönünden bütün insanlar aynı hakka sâhip olmakla birlikte, toplum içindeki saygınlıkları farklılık arzedebilir.

Bu durumda bir âlime câhil gibi, bir büyüğe küçük gibi, bir yöneticiye sâde vatandaş gibi davranmak büyük bir muvâzenesizliktir.

Her insana, toplumdaki yer ve mevkiine uygun şekilde muamele edilmesi onun en tabiî hakkıdır. Böylesi bir tavır, ayrımcılık ve iltimas değil, insanları seviyelerine göre değerlendirmektir.

Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- de:

«İnsanlara mevki, makam ve seviyelerine göre muâmele ediniz!” buyurmuştur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 20)

Bütün bunlarla birlikte saygıda, İslâm’ın tasvib etmediği aşırılıklardan kaçınılmalıdır. Meselâ Hîre’de halkın başkomutanlarına secde ettiklerini gören Kays bin Sa’d, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘e durumu anlatmış, bir Peygamber olarak kendisinin secde edilmeye, yani hürmet ve ta’zîme daha layık olduğunu söylemiş, Allâh Resûlü ise şu karşılığı vermiştir:

"– Hayır böyle yapmayınız… ” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 40)

Bu ifâdeden secdenin yalnızca Allâh’a yapılabileceği, yaratılmışlara secde etmenin ise saygıda aşırılık anlamına geleceğinden yasak olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Yine, kişinin karşılaştığı kardeşi veya arkadaşı önünde eğilip eğilmeyeceğini soran bir kimseye Resûl-i Ekrem Efendimiz ; " Hayır eğilemez. ” cevabını vererek, söz konusu davranışı tasvip etmemiştir. (Tirmizî, İsti’zân, 31)

Zîra bir kulluk ifâdesi olan rukû vaziyetinin, yaratılmışlar için gösterilmesi, saygıda ifrattan başka bir şey değildir.

Bununla beraber mü’min, diğer mü’min kardeşlerine gereken hürmet ve saygıyı göstermeli, onu üzecek ve tahkîr edecek hareketlerden de uzak durmalıdır.

Bu hususta Allâh Resûlü büyük bir titizlik göstermiştir. Ma’rûr bin Süveyd şöyle anlatmaktadır:

Ben, Ebû Zerr -radıyallâhu anh-‘ı üzerinde değerli bir elbise ile gördüm. Aynı elbiseden kölesinin üzerinde de vardı.

Kendisine bunun sebebini sordum; Ebû Zerr şöyle dedi:

"Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- zamanında birini annesinin zenciliğinden dolayı ayıplamıştım. Bunun üzerine Nebiyy-i zîşân Efendimiz bana:

"Sen, kendisinde câhiliye huyu bulunan bir kimsesin. Onlar sizin hizmetçileriniz ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allâh onları sizin himâyenize vermiştir. Kimin himâyesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyiniz. Şayet yükleyecek olursanız kendilerine yardım ediniz.” buyurdu. (Buhârî, Îmân, 22)

Bir insanı ırkından ve renginden dolayı kınayıp ayıplamak dinimizde kesinlikle yasaklanmıştır.

Çünkü renk, ırk, cinsiyet gibi doğuştan gelen özellikler kınama sebebi olmamalıdır. Bunları tenkit, yaratıcıyı tenkit etme anlamına gelir.

Bir insanın cemiyet içindeki mevkîi ne olursa olsun, eğer Müslümansa bütün mü’minlerin kardeşidir ve ona gereken ihtiram gösterilmelidir.

Efendimiz, ashâbının kendisi için ayağa kalkmalarını istememiştir. Ebû Ümâme -radıyallâhu anh- anlatıyor; "Bir gün Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- elinde bir baston olduğu hâlde yanımıza geldi. Biz de onu görünce ayağa kalktık.

Bunun üzerine Peygamberimiz:

"Fârîsilerin büyüklerine yaptıkları gibi yapmayın!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Duâ, 2)

Bir başka rivâyette ise, "Birbirlerine ta’zîmde bulunan Acemler gibi yapmayın” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 152)

Ancak Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, Kızı Fatıma (Ebû Dâvûd, Edeb, 143) ve azadlısı Zeyd bin Hârise gibi bazı sahabîleri karşılarken ayağa kalktığı görülür. (Tirmizî, İsti’zân, 32) Yine Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir hakemlik vazifesiyle görevlendirdiği Sa’d bin Muaz hakkında Ensâr’a hitaben; "Efendiniz (veya en hayırlınız) için ayağa kalkınız” buyurmuştur. (Buhârî, Meğâzî, 30)


Soru: Saygı Ve Hürmet âdâbı

Zenan
Birbirine muhalif gibi gözüken yukarıdaki iki grup rivâyeti değerlendiren alimler, bilhassa ilim, ahlak ve fazilet sâhibi kimselerle birlikte cemiyetin faydası için çalışan makam ve mansıp sâhibi zevata, gösteriş ve ta’zîm niyetiyle değil de hürmet ve muhabbet izhar etme düşüncesiyle ayağa kalkmanın caiz olduğunu belirtmişlerdir. (İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî , XI, 49, vd)

Efendimiz’in zât-ı âlîleri için ayağa kalkılmamasını istemesi ise onun ulvî tevâzûunun bir eseridir.

Bundan daha önemlisi de, önceki toplumların büyüklerine gösterdikleri aşırı ta’zim sebebiyle şirke ve putperestliğe düşmüş olmaları; Peygamberimiz’in de ümmetini bu gibi tehlikelerden korumak istemesidir.

Öte yandan saygı ve hürmet addederek söylenen birtakım aşırı övgü ifâdelerinden uzak durmak gerekir.

Zîra yerinde ve kararında yapılan medihler bir tarafa, gerçeklik payı bulunmayan yersiz övgülerin yanıltıcı ve güven zedeleyici bir tavır olduğu ortadadır.

Nitekim huzurunda bir şahsı aşırı şekilde öven kimseye Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

"– Yazıklar olsun sana! Arkadaşının boynunu vurdun.” demiş ve bu sözü üç kez tekrarladıktan sonra şu uyarıda bulunmuştur; "Şâyet biriniz bir kimseyi methetmeyi çok istiyorsa, «Öyle sanırım ki o şöyle şöyle iyidir.» desin. Bu sözünü methettiği şahsın o sıfatlarla muttasıf olduğunu bilerek söylesin. (İç yüzünü ise) Allâh (bilir ve ameline göre) hesâba çeker. Binâenaleyh herhangi biriniz Allâh’ı şâhid tutarak hiçbir kimseyi tezkiye ile methetmesin. ” (Buhârî, Edeb, 54)

Bir başka rivâyette de; "Birbirinizi (ölçüsüz bir şekilde) methetmeyin. Zîra bu durum (methedileni) öldürmek (gibi) dir.” buyrulmuştur. (İbn Mâce, Edeb, 36)

Dalkavukça yapılan övgü, çoğu kez methedeni yalan söylemeye, medhedileni de kibir ve gurura sevketmektedir. Yalan, kibir ve gurur gibi kötü vasıfların insanı mânen ve maddeten zaafa uğrattığı ortadadır.

Bu sebeple Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- aşırı derecede methedenlerin yüzüne toprak saçılmasını yani bundan menfaat umanların beklentilerinin boşa çıkarılmasını, övgülerine itibar edilmemesini istemiştir. (Müslim, Zühd, 68)

Hatta o, kendisini ölçüsüz bir şekilde övmemeleri için ashâbı kiramı mânidar bir şekilde uyarmıştır. Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- anlatıyor:

"Bir adam Resûlullâh’ın yanına geldi ve «Ey efendimiz, ey efendimizin oğlu, ey en hayırlımız, ey en hayırlımızın oğlu» diye ona övgüde bulundu.

Bunun üzerine Resûlullâh:

«Ey insanlar, Allâh’tan korkunuz! Şeytan sizi aldatmasın. Ben Abdullah oğlu MUHAMMED’im. Allâh’ın kulu ve resûlüyüm. Yemin olsun ki beni Allâh’ın bana verdiği makamın üzerine çıkarmanızı da istemiyorum.» buyurdu.” (İbn-i Hanbel, III, 153)

Fahr-i Kâinât Efendimiz’in bu husûstaki bir başka uyarısı ise şöyledir; "Hristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yı aşırı bir şekilde övdükleri gibi siz de beni övmeyin. Ben ancak Allâh’ın kuluyum. O hâlde bana Allâh’ın kulu ve elçisi deyin.” (Buhârî, Enbiyâ, 48)

Görüldüğü üzere Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, sâdece gerçek vasıflarının dile getirilmesini istemiş, yüce zatı hakkında yapılacak abartılı övgülerden insanları sakındırmıştır.

Zîra vaktiyle hristiyanlar, peygamberleri Hz. İsâ’ya ulûhiyet isnadında bulunmuşlar ve onu Allâh’ın oğlu telâkki ederek aşırılığa düşmüşlerdi. (en-Nisâ 4/171; el- Mâide 5/72-77)

Dolayısıyla saygılı ve hürmetkâr olmak, ifrat ya da tefrit sayılabilecek davranışlardan kaçınmakla, yani îtidale ulaşmakla mümkündür ki bu da sünnetin tesbit ve ilân ettiği bir yoldur.


H@RB!KIZ
Mukaddesata Hürmet ve Saygı

Yüce Allah ile ilgili olan, din yönünden pâk ve temiz bulunan manevî büyüklüğü kazanan şeylere Mukaddesat (Kutsal şeyler) denir.

Yüce Allah mukaddes olduğu gibi, onun bütün isimleri de mukaddestir. Öyle ki, bir yüce ismi de "Kuddüs" dür.

Yine, Yüce Allah’ın kitabları, Peygamberleri ve velileri de birer kudsiyet kazanmışlardır. İslâm ibadetleri birer mukaddes görevdir. İslâm mabetleri de mukaddes ve mübarek yerlerdir.

Biz müslümanlar, bütün mukaddes varlıklara son derece saygı ve hürmetle mükellefiz. Mukaddesata saygı ve hürmet etmeyen kimse, ruhu sönmeye başlamış, yüksek duygulardan yoksun kalmış, gaflet içine düşmüş bir insan demektir. İnsanlık değerini kaybetmiş olur.

Mukaddesata yapılacak hürmet ve saygının şekli, mukaddesatın hüviyet ve mahiyetine göre değişir. Biz burada bunların bir kısmına işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Herhangi mukaddes bir ibadete veya hayırlı bir işe başlayacağımız zaman, Yüce Allah’ın adını anarak Besmele okumamız gerekir. Bir hadis-i şerifde buyrulmuştur:

"Herhangi hayırlı bir işe Bismillâh sözü ile başlanmazsa, o iş bereketsizdir, güdüktür."

Biz mukaddes mabudumuzun mübarek isimlerini anarken "Tealâ Celle Celâlühu" gibi bir ifade kullanırız. Allah Tealâ, Hak Celle ve Alâ deriz. Veya "Rabbimiz Celle Celâlühü Hazretleri" deriz. Bunları söylemek, birer İslâm terbiyesi gereğidir.

Büyük Peygamberimizin yüksek isimlerinden biri anılınca salât ve selâm okuruz. "Hazret-i Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem" deriz. Mübarek isimlerinden birini yazdığımız zaman da "aleyhissalâtü vesselâm, sallAllahu aleyhi ve sellem" diye yazar veya okuruz.

Diğer Peygamberlerin mübarek adlarını da "Selâm" ile anarız. "Adem Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm" deriz. İki peygamber anılırsa: "aleyhimesselâm", ikiden çok olurlarsa, "aleyhimüsselâm" denilir.

Peygamberlerden başka kimseler, yalnız başına oldukları zaman salât ve selâm ile anılmazlar. Ancak bunlar peygamberlerle beraber anılınca, salât ve selâm’a katılabilirler. Ebû Bekir aleyhissalâtü vesselâm veya Aleyhisselâm, demeyiz. Yine Allah Tealâ Ashab-ı kirama salât ve selâm buyursun, demeyiz. Ancak şöyle deriz: "Allah Tealâ, Hazret-i Muhammed’e, onun âl ve ashabına salât ve selâm buyursun."

Peygamberlerle onlara uyan ashab-ı kiramın aralarını ayırmak ve saygıdaki farka işaret etmek için böyle yapmak, İslâm adabından olarak bütün alimler arasında kabul edilmiştir.

İsimleri yalnızca anılan seçkin ashab hakkında, "radıyAllahü anh" deriz. Bunlardan iki kişi için, "radıyAllahü anhüma" ve ikiden çok kimseler için de, "radıyAllahü anhüm" deriz.

Diğer alimler için, "rahmetullahi aleyh, rahmetullahi aleyhima, rahmetullahi aleyhim" denilir.

Evliya-i kiramdan tanınmış zatlar için: "KaddesAllahü Esrarehü, esrarehüma, esrarehüm" denilebilir. Bütün bunlar, İslâm adâbı gereğidir.

Bütün ashabı kiram ve din büyüklerini hayırla anmak, hepsine karşı sevgi ve saygı göstermek, hiç birine dil uzatmamak gerekir. Onlar arasında geçen bazı olayları ileri sürerek haklarında hürmete aykırı sözler söylemek hiç bir müslümana yakışmaz ve asla caiz olmaz.

Kur’an-ı Kerimi okumaya "Eûzü çekerek ve Besmele okuyarak" başlanır. Rabbimizin bu mukaddes kitabından gereğince yararlanmak için her halde yüce varlığına sığınmamız ve kendisinden yardım dilememiz lâzımdır.

Bir Kur’an-ı Kerim ele alınarak okunacağı zaman abdestli bulunmak gerekir. Okurken kıbleye dönmeli, toparlanıp saygılı bir duruma geçmelidir. Abdestsiz kimse kılıfsız (bir mahfaza içinde olmayan) Kur’an-ı Kerimi ele alamaz. Kutsal kitabı ancak temiz ve abdestli olan eller tutabilir.

Kur’an- Kerim, temiz yerlerde, avret yerleri kapalı olan kimselerin yanında, onu dinlemeleri şartı ile, açıkca okunabilir. Pis yerlerde veya avret yerleri açık olanlarla başka işle uğraşanlar yanında açıkca okunması mekruhtur.

Dışarda bulunup okunan Kur’an-ı Kerime karşı saygılı bir vaziyet takınmayacak kimselerin işitecekleri şekilde aşikâre Kur’an okunması uygun değildir. Bu durum, Kur’an-ı Kerime saygısızlığı ve halk için de manevî sorumluluğu gerektireceğinden buna sebebiyet vermemelidir.

Hattat olan bir yazar, yazacağı Kur’an-ı Kerim’in yapraklarını yüksekçe tutup ince olmayan bir kalemle ve temiz bir mürekkeble beyaz kâğıt üzerine yazmalı, satırlarını seyrekçe bırakmalıdır. Kur’an-ı Kerim nüshalarını pek küçük boyda ince kalemlerle yazmak, tenzihen mekruhtur. Bu mübarek nüshaların altın veya gümüşle süslenmesi, bir saygı ifade ettiğinden caiz görülmüştür.

Kur’an-ı Kerim’i, Hacer-i Esved’i, Kâbe’nin eşiğini hürmet için öpmek caizdir. Buna "Diyanet öpmesi" denilir. Mübarek bir adamın elini öpmeye de "Tahiyye öpmesi" denir.

(İmam Şafiîye göre ekmeği öpmek, mübah veya hasen olan bir bid’attır. Bu öpmek, Hanefîlerce de mübah görülebilir.)

Kur’an-ı Kerimle, diğer din kitabları ile, kaşında (yüzüğün taşında) Kur’andan bir şey yazılı yüzüğü elinde taşıyarak, bir zaruret bulunmadıkça, helâya (tuvalete) girilmez, hürmete aykırıdır. Bunları helâya girmeden önce çıkarmalı ve temiz bir yere bırakmalıdır.

Bir Kur’an-ı Kerim okunamayacak hale gelince, temiz bez parçası içine konup ayak basılmayacak bir yere gömülmelidir. Bu, Kur’anı bir küçümseme değil ona bir ikramdır. Bununla beraber üzerine toprak atılmamalı, tahtadan bir çatı yapılmalıdır. Bu gibi Kur’an-ı Kerimleri yakmak caiz değildir.

Kur’andan başka diğer din kitabları eskiyince hemen gömülebilir, hem de akar suya bırakılabilir, hem de içlerindeki mukaddes isimler silindikten sonra yakılabilirler. Bu gibi kitabların kâğıtlarına bir şey sarmak dine ve ilme karşı hürmetsizliği doğuracağından caiz olamaz.

Yine, içlerinde Yüce Allah’ın veya Resul-ü Ekrem’in isimleri yazılı kağıt parçalarına da, bu isimler silinmeksizin bir şey sarılması mekruhtur.

Mabedlere karşı saygılı olmak da vacib olan bir görevdir. Bir cami veya mescide hürmetle girilir. Bunların içinde edeb ve saygı ile oturulur. Biçimsiz ve yersiz hareketlerden gereksiz konuşmalardan kaçınılır.

(Mescidlere ait hükümler bölümüne bakılsın!..)

Kur’an-ı Kerim’e, din ve imana, Peygamberlerden herhangi birine Peygamberin bir sünnetine, bir hadis-i şerife, bir İslâm mabedine -Allah Korusun- sövmek, hakarette bulunmak veya bunlardan birini küçümseyip hiçe saymak küfürdür dilemek ve böylece imanı ve nikâhı tazelemek icab eder.

Bir insanın sarhoş halinde böyle çirkin bir işte bulunması, küfrünü gerektirmez. Çünkü küfür inanç bölümündedir; aklın gitmesiyle beraber küfür gerçekleşmez. Böyle bir kimse için gerekli olan günahından tevbe etmek ve içkiye son vermektir. Böyle bir harama devam etmemektir.

İnsan, aslında en güzel şekilde yaratılmış olan muhterem bir yaratıktır. Hiç bir kimseye sövülmemesi gerekir. Hele ağıza sövülmesi büyük bir günahtır. (Hakimin takdir edeceği ölçüde) tazir cezasını ve tevbe etmeyi gerektirir. Öyle ki, bazı fıkıh alimlerine göre, bir müminin ağzına sövülmesi küfrü gerektirir. Çünkü müminin ağzı iman ve Kur’an yeridir. Onun ağzına sövülen, Kur’ana dil uzatmış gibidir. Onun için böyle yapan kimsenin imanını ve nikâhını tazelemesi gerekir.

Kur’an-ı Kerimi veya herhangi bir din kitabını bilerek temiz olmayan bir yere atmak, Kur’an-ı Kerim âyetlerini ve kelimelerini sihir (büyü) gibi bir maksadla temiz olmayan şeylerle yazmak ve yine bu maksadla hürmete aykırı sözler söylemek küfrü gerektirir. Onun için bu gibi sözlerden son derece kaçınmak gerekir.

Sihir (büyü), bedenlere, ruhlara ve gönüllere tesir eden, insanı hasta bırakan, öldüren, karı-koca arasını açan birtakım dökümlerden, yazı, dua ve efsunlardan ibarettir ki, bütün din alimlerince (müçtehidlerce) kesinlikle haramdır. Böyle bir şey, fasık kimselerin ellerinden çıkabilir. Öyle ki, bazı müçtehidlere göre, sihri öğrenip başkalarına öğreten kimseler, dinden çıkmış olurlar; öldürülmeleri gerekir. Ancak bu işin cevazına inanmayarak yalnız kendisini büyünün fenalığından korumak için sihir yapmayı öğrenen kimse, dinden çıkmış olmaz.

"Büyücüler ve şeytanlar her istediklerini yaparlar" diye bir inanca sahib olmak da küfrü gerektirir.

Sihrin (büyünün) bir gerçek tarafı var mıdır, yoksa bir sanattan, bir göz bağcılıktan ibaret midir? Üç İmama göre, sihrin gerçek bir yönü vardır. Bazı büyüler Yüce Allah’ın dilemesiyle tesir ederler. Fakat İmam Azam’dan rivayet edildiğine göre, sihrin ne hakikatı vardır, ne de eşya üzerinde bir tesiri vardır. Bazı olaylar bir rastlantı eseri olabilir. Bununla beraber sihrin çeşitleri vardır. Bir çeşiti sadece bir sanattan ibarettir, bir üstünlüğü yoktur.

Sihir yapanların tevbeleri, bazı müçtehidlere göre kabul olunur, bazılarına göre olmaz. Muhakkak dünyada ceza görmeleri lâzımdır. Çünkü bu bir zındıklıktır.

Kehanette bulunmak (gaybdan haber vermek), yıldızlardan birtakım hükümler çıkarmak, "Remil" atmak da haramdır. İslâm dini bu gibi işleri kesinlikle yasaklamıştır. Bunlarla zaman öldürmek, aydın ve düşünen insanlara asla yakışmaz.


saygı ve hürmet adabı, saygı ve hürmet , insana hürmet ve sevgi göstermek konusunda örnek verilebilecek şahıs

Yorum yapın

1melek.com petinya.net Kompozisyon/ !function(){"use strict";if("querySelector"in document&&"addEventListener"in window){var e=document.body;e.addEventListener("mousedown",function(){e.classList.add("using-mouse")}),e.addEventListener("keydown",function(){e.classList.remove("using-mouse")})}}();